29 Kasım 2011 Salı

Marx'ın Dönüşü



Bugün seyrettiğim, Howard Zinn'ın yazdığı, Genco Erkal'ın yönettiği ve oynadığı Marx'ın Dönüşü adlı güzel oyunu, kapitalizmle ilgili az çok düşünmüş olan herkese tavsiye edebilirim. Özetimiz şu; insanlık geçmişine bakmıyor, yaşananlar havada kalmaktan ileri gidemiyor. İsimler değişiyor, yerler değişiyor, sistem aynı. Nasıl bir kısır döngü ? Kendi adıma, umutsuzluk. Umutlu olmak isterdim. 

Genco Erkal'ın bir buçuk saat boyunca ara vermeden sergilediği performansını artık çok doğal karşılıyorum. Sanırım, kendisinin bir oyununda böyle bir oyunculuk görmediğimde şaşıracağım. Sayesinde, anlamlı bir gece oldu...

Melancholia (2011)


Az önce Lars von Trier'ın son filmi Melancholia'yı seyrettim. Şüphesiz garipti, etkileyiciydi...fakat yine de  seyrederken, özellikle ilk bölümde, ben niye seyrediyorum bu filmi demekten kendimi alıkoyamadım...sanırım üstüne bir uyumam gerek...ekşisözlükteki yorumların bazılarını okudum. Toplumun değer yargıları ve 'kokuşmuşluğu' üzerine birtakım iletiler içerdiği şeklinde yorumlayanlar vardı...bir uyuyayım da yarına bende bıraktığı tada göre birşeyler belirir herhalde...




Ertesi gün...


Dikkat ! Bu yazı filmi seyretmeyenler için fazlaca önbilgi içermektedir :)


Farkındalıklar: Filmin büyük bir kısmını, mesleksel durumdan olsa gerek, Justine'in içinde bulunduğu durumu anlamaya çalışarak seyretmişim..Ablanın, anne ve babanın analizleri havada uçuşmuş...
Kirsten Dunst'a Vampirle Görüşme filminden başlayan bir sempatim var, bu filmde de oyunculuk açısından başarılı olduğunu düşündüm...
Görsellik çok ön planda, 'durum' anlatımları özellikle...




Rahatsız edici oluşu ya da seyrederken sıkıcı olmasıyla ilgili, filmin karakteristik özellikleri (çekim teknikleri, konunun işleniş şekli, süre) dışında yorum yapabileceğim iki alan var. Birincisi, ilk bölümde yer alan düğün kısmı. Bu kısmın seyrederken sıkıcı olmasının bir sebebi, alışageldiğimiz bir senaryonun dışında 'düğün' kavramını ele alması olabilir. Genel olarak 'düğünlerin' mutlu olaylar olarak nitelendirilmesinin, o aşamaya gelmiş kişilerin artık kararlarından emin oldukları varsayımı, anne-babaların çocuklarının evlenmesini istedikleri, bu durumdan mutlu oldukları ve evlilik kurumuna olumlu bakacakları   gibi  kavramların genel olarak bu 'düğün' paketi içinde olduğunu düşünürsek, Lars von Trier bize bunun dışında bir ''anormal'' durumu tarif ediyor. Limuzinde, birbirini seven düğün arifesinde bir çiftin, düğün yerine gelişiyle açılan film, sonrasında gelinin annesinin evlilik kurumuna inanmadığını dolayısıyla kızının evlenmesini istemediğini belirtmesi, babasının annesiyle ayrılmasının nedenlerini düğün konuşması olarak dile getirmesi, gelinin aynı gece eşiyle değil yeni tanıştığı biriyle sevişmesi, patronuna aklından geçen olumsuz herşeyi söyleyerek, düğün hediyesi olarak aldığı terfiyi bir kenara itip işten ayrılması vs. gibi 'normal' olarak tanımladığımız düşüncelerimize, şemalarımıza, inançlarımıza uymayan öğelerle devam ediyor. E bu da, bilinçli olarak farkedemesek de, bilinçaltında bizi rahatsız edebilecek bir durum. Dolayısıyla, sözel olarak 'bu benim şu şu şemalarıma uymadı, rahatsız oldum' demektense genelde, 'sıkıcıydı' gibi daha üstü kapalı bir ifadeyle bize olan etkisini dile getiriyor olabiliriz...


İkinci yorum olarak da, filmin ana konusu olan, gezegenin çarpması sonucu dünyanın yok olması, dolayısıyla ölüm fikriyle yüzleşmekten bahsedebilirim. Zaten bu durum karşısında, 4 farklı karakterin verdiği farklı tepkiler filmde işlenmiş. Karakterlerin yaşadıklarını takip etmek, ister istemez seyredenin de kafasında böyle bir durumda ne yapacağını canlandırmasına yol açıyor. Bu tür canlandırmalar başlı başına kaygı verici ve rahatsız edici olabiliyor. Kaldı ki, en derinde tetiklenen duygu ve düşünce, ölümün kaçınılmazlığı olduğu için, bu tür canlandırmalar yapılmasa da, yaşattığı gerginlik filmin tümüne genellenebiliyor.


E filmin üstüne uyumak fena olmamış sanki...

22 Kasım 2011 Salı

Hayao Miyazaki



Bu sefer bir değişiklik yapıp, belli bir film yerine, filmin yaratıcısını paylaşmanın daha uygun olacağına karar verdim. Çizgi film dünyası bir çok yetişkinin aksine benim için hayatımda hala önemli bir yere sahip. Bu dünyanın olmazsa olmazı ise Miyazaki. 1941 doğumlu Hayao Miyazaki, 1985'te Isao Takahata ile kurdukları Studio Ghibli'de animeler üretmeye devam eden bir rüya-çizer...
Çizgi filmlerin bana neden bu kadar etkileyici geldiğini düşündüğümde, onların aslında rüyalara çok benzediklerini farkettim. Rüyalar gibi son derece gerçekçi bir şekilde hissedilen, yaşanılan; uçabildiğiniz, büyünün, değişik canlıların yer alabildiği, filmlerin aksine elle tutulabilecek somut oyuncuların, kameraların, kostümlerin yer almadığı görsel kurmacalar...Dolayısıyla da Miyazaki'yi rüya-çizer olarak tanımlamak çok da yanlış olmaz diye düşünmekteyim...Sonuçta o da kendi hayalgücünü, belki rüyalarında gördüğü uçma hissiyatını, senaryolara, çizimlerine aktaran bir rüya-gören...
Miyazaki'nin çizgi filmlerinde özellikle sevdiğim birkaç orta nokta var...Bunlardan ilki genelde kahramanlarının güçlü kadınlar olması. Yaşadığımız ataerkil düzende, tek başına savaşabilen, ayakta durabilen, duygularını yaşamaktan korkmayan kadınlara vurgu yapılması ister istemez hoşuma gidiyor. Ve birçok seyircinin aksine bu kadınları, sergiledikleri olumlu bakış açısı nedeniyle "saf" değil "savaşçı" olarak değerlendiriyorum.
İkinci ortak nokta ise, Miyazaki'nin çokça kullandığı umut teması. Animelerdeki karakterler, neyle karşılaşırlarsa karşılaşsınlar umutlarını yitirmiyorlar, koşullara uyum sağlayıp bir şekilde amaçladıkları sona da ulaşıyorlar. Miyazaki'nin animelerini seyrettikten sonra hep umut aşılanmış bir şekilde buluyorum kendimi.
Tabii, animelerin içinde de kendi hikayelerine ait özellikler mevcut. Bir çok yerde Japon kültürüne dair vurguların sıkça yapıldığına dair yorumlar okudum. Ben o ayrımı yapabilecek kadar Japon ve doğu kültürüne vakıf değilim. Dolayısıyla böyle vurgular varsa da muhtemelen onları atlıyorum ya da daha psikolojik açıdan değerlendiriyorum. Miyazaki'yle ilgili yazılarda yine, bu rüya-çizerin Japon kültürü dışında, başta Marksizm olmak üzere kendi dünya bakış açısını da çizdiklerine yansıttığı yönünde yorumlara rastladım. Mesela, Nausicaa of the Valley of the Wind'de insanların doğayı yok etmesi ve endüstrileşmenin olumsuz etkilerini, Darwinizm'den etkilenerek ifade ettiğini belirtmiş.
Miyazaki'nin animelerinin hepsini seviyorum. Lakin,  özellikle düşkünü olduklarım da yok değil. Howl's Moving Castle'da, ana karaterlerden biri olan Howl'un kaçınmacı ama aynı zamanda duygusal yapısı, Calcifer-Howl-Sophie üçgeni arasındaki iletişim, Sophie'nin Howl'un çocukluğuyla barışmasına yardım ederken kendi yolculuğuna çıkması gibi özellikler, bu animeyi bana tekrar tekrar izlettiriyor....Nausicaa of the Valley of the Wind ve Spirited Away de vazgeçemediklerimden. Aslında bu üç anime de ayrı ayrı değerdirilebilecek özelliklere sahip...İş başa düşecek o zaman ilerleyen günlerde :). Geriye kalan, Kiki's Delivery Service, Princess Mononoke, Castle In the Sky, My Neighbour Totoro, Whisper of the Heart, Porco Rosso ve Ponyo'nın da hakkını yememek lazım tabii....
Miyazaki'yle ilgili düşünürken, daha önce de kitaplar bölümünde bahsetmiş olduğum Sofi'nin Dünyası adlı kitapta yer alan şu alıntı gelirdi hep aklıma:

"İyi bir filozof olabilmek için gereken tek şey hayret etme yeteneğidir. Küçük çocukların hepsinde bu yetenek vardır...İşin acıklı yani, büyüdükçe sadece yerçekimi yasasıyla kalmaz alıştıklarımız. Aynı şekilde tüm dünyaya alışırız....Ancak bu arada çok önemli bir şeyimizi yitirmiş oluruz ki, filozofların bizde yeniden canlandırmaya çalıştığı şey de budur. Çünkü herşeye rağmen içimizdeki bir ses, yaşamın büyük bir sır olduğunu söyler. Bu bizim, bir zamanlar, daha düşünmeyi öğrenmeden önce yaşadığımız bir duygudur."

Dolayısıyla Miyazaki'yi hep iyi bir filozof olarak kurgulamışımdır.  Bu yazıyı yazmak için internette araştırma yaparken, Miyazaki'nin şu sözlerine denk geldim:

Çocukların ruhlarının geçmiş nesillerden gelen tarihi hatıraların varisçileri olduğuna inanıyorum. Bu yüzden onlar büyüdükçe  ve deneyimlerinin artmasıyla bu hatıralar daha da aşağılara iniyor. Bu derinlik seviyesinde  film yapmaya ihtiyacım olduğunu hissediyorum. Bunu yapabilseydim, ancak mutlu ölebilirdim."

Dünya'nın diğer bir tarafındaki, farklı kültür ve yaşam biçimine sahip bir anime seyircisine, yapmak istediği şeye çok yakın düşünceler ve hisler yaşattırabiliyorsa, bence son derece mutlu olması gerek bu rüya-çizerin....



New York, I Love You (2009)

Sakin bir kış gecesinde, beklentinizi çok da yüksek tutmadan, yer yer tanıdık yüzlerin yer aldığı, su gibi akan kısa hikayelerin oluşturduğu bir film seyretmek isterseniz New York, I Love You güzel bir seçenek. Geçen sene dvd'sini alıp da seyretmeye başlayıp devamını getiremediğim 'Paris, I Love You'dan sonra, 'Cities of love' başlığı altında çekilen bu ikinci filmi sevdim. Özellikle Elizabeth ve Elizabeth: The Golden Age filmlerinin yönetmeni Shekhar Kapur, Natalie Portman ve Joshua Marston'ın yönettikleri kısımlar benim açımdan filmin etkileyici öyküleriydi. Her ne kadar, filmin açıklamasında, aşkı bulmak ortak tema olarak belirtilse de, farklı bakış açıları, bu temayı genişleterek, farklı vurgular oluşturabilmiş.

Biraz araştırınca, 'Cities of love' oluşumunun Rio, Şanghay ve Kudüs'te çekilecek filmlerle devam edeceğini öğrendim. Şehirlerin, hikayelere arka plan olmanın ötesine geçtiği filmler bu aralar revaçta. Woody Allen'ın Vicky Cristina Barcelona'sı ve Midnight in Paris'inden sonra, bu seri de 'şehir' vurgusunu kuvvetlendirmekte. Tabii, bunların altında turistik tanıtım ya da ileti kaygılı eğilimlerin bulunması da olası. 

Peki şehirler ne kadar önemli günlük yaşamımızda ? Gerçekten Paris'te yazar olmakla, Ankara'da yazar olmak arasında çok belirgin bir fark var mı ? Kuşkusuz ki yaşanılan ortamın; kişiliklerimiz, beklentilerimiz ve günlük hayat kalitesine olan etkileri yadsınamaz. Lakin, belli bir sınıflandırma yapmaya çalışmak sanırım, durumu tavuk-yumurta döngüsüne götürmekten ileri gitmez. Şehrin bireyleri şekillendirmesi gibi, bireyler de içinde yaşadıkları şehirleri şekillendiriyorlar. Ekonomi, bireylerin eğitim seviyesi, şehrin coğrafi özellikleri gibi bir sürü veriyi de işin içine katınca, durum bir insanın hikayesinden, bir şehre sonrasında da bir ülkenin hikayesine doğru gidiyor. Hikayeler güzel..İnsanlık halleri güzel..Güzel anlatıldıklarında, sanal da olsa bir paylaşım alanı yaratabiliyorlar...


Bu parçadan kısa bir bölüm filmde yer alıyordu...

18 Kasım 2011 Cuma

Frozen Planet (2011)

Through the Wormhole serisinden sonra, sanırım favori belgeselim Frozen Planet olacak. Az önce ilk bölümünü bitirdiğim belgeseli, daha önce bir çok belgeselin seslendirmesinde yer almış olan David Attenborough seslendiriyor. Belgesel BBC, Discovery Channel Canada, ZDF (Almanya), Skai TV (Yunanistan) ve Antena 3 (İspanya) ortak yapımı. İlk bölümü seyrederken, görüntülerin güzelliğine dalıp gitmenin yanı sıra bunları nasıl çekiyorlar acaba diye merak edip durdum. Bölümün sonunda ise, bu soruma cevap olaraktan, bu bölümü nasıl çektiklerini anlatan kısa bir kamera arkası çekimi de eklemişler. Belgesel bittiğinde, aklımdan geçen bir diğer soru şu oldu: 'Ben sadece 13'' ekranımdan seyrederken bile bu belgeseli, çeşitli dünyevi meselelerden uzaklaşıp, varoluşsal düşüncelere dalıp, bir kaç saat boyunca günlük yaşantıya uyum sağlamakta zorluk çekiyorsam, bu belgeselin yaratıcıları, geri döndükten sonra kendi hayatlarına nasıl uyum sağlıyorlar ?' Bu sorunun da cevabını bir belgesel şeklinde alabilirsem pek mutlu olacağım :P, :D. 

9 Kasım 2011 Çarşamba

“İnsanlığımızı, yıldızlara bakmamıza mı borçluyuz? Yoksa insan olduğumuz için mi yıldızlara bakarız ?”



Duvar adlı kasabada yaşayan Dunstan’ın, kasabanın diğer sakinlerine göre çok daha meraklı olduğu açıkça ortadaydı. Nitekim kasabaya adını veren duvarın arkasında ne olduğunu, duvarın öte yanına geçmenin neden yasak olduğunu herkesten çok o merak ediyordu. Kasabada varolan inanışa göre, duvarın öte tarafında gerçeküstü olayların yaşandığı sıradışı bir ülke vardı. Duvar bu ülkeye geçişi engellemek için bir bekçi tarafından sürekli korunmaktaydı. Fakat ne bekçi, ne de yıllardır süregelen yasak, Dunstan’a engel olamadı. Bir geceliğine duvardan geçmeyi başaran Dunstan, kendisini sihirli eşyaların satıldığı bir pazarda bulmuştu. Kısa süreli bu macera, Dunstan’ın sadece büyülü bir dünya keşfetmesiyle değil, pazarda karşılaştığı güzel bir prensesle beraber olmasıyla da sonlandı. Ertesi gün kasabaya geri dönen Dunstan, normal hayatına kaldığı yerden devam edeceğini düşünürken dokuz ay sonra bir sürprizle karşılaştı. Kapısına bırakılan bebek, kısa sürdüğünü düşündüğü macerasının bir ömür boyu süreceğini göstermekteydi. Bebeğin adı Tristan’dı ve büyüdüğünde tıpkı babası gibi merakına yenik düşecek, Victoria adlı sevdiği kızın kalbini kazanmak için duvarın öte tarafına düşen bir yıldızı getirmeye gidecekti. Ama duvarın öte tarafına yapılacak bu yolculuk, Tristan’ın sandığı kadar kolay değildi. Tristan’ın yaptığı plan daha ilk aşamada sekteye uğrayacak, düşen yıldızın bir meteor parçası değil; Yvaine adlı, insan formunda bir yıldız olduğu anlaşılacaktı. Yolculuğun ilerleyen kısımlarında Tristan’ın yaşadığı şaşkınlık daha da artacaktı, çünkü yıldızın peşinde olan sadece kendisi değildi. Bir yıldızın kalbini yiyerek tekrar genç olma hayalleri kuran üç yaşlı cadı ve Stormhold adlı ülkenin kralı olabilmek için Yvaine’in taşıdığı kolyeyi ele geçirmek zorunda olan Stormhold prensleri de yıldızın peşine düşeceklerdi. Tristan ve Yvaine, zorluklarla dolu maceralarında kimi zaman kendilerine yardımcı olacak Kaptan Shakespeare ve Prenses Una gibi karakterlerle karşılaşacaklar, kimi zaman da ölümden kıl payı kurtulacaklardı. Tristan’ın sevdiği kızla evlenebilmesi uğruna başlayan bu macera, aşkın anlamının sorgulandığı ve belki de insanoğlunun yıldızlara bakmayı neden bu kadar sevdiğinin cevap bulduğu bir yolculuğa dönüşecekti.

Tristan ve Yvaine’in hikayesinin anlatıldığı Yıldız Tozu (Stardust) 2007 yılı yapımı bir sinema filmi. Sinema seyircisi için yeni olan bu hikaye, aslında Neil Gaiman okurları için yeni değil. “Anansi Boys”, “American Gods” ve “Neverwhere” gibi kitapların yazarı ve 1991 yılında Dünya Fantezi Ödülünü almış olan “Sandman” adlı çizgi romanın yaratıcısı Neil Gaiman, fantezi ve edebiyat dünyasında oldukça başarılı bir isim. Yıldız Tozu da orjinalinde, Neil Gaiman’ın 1997 yılında dört bölüm şeklinde çıkardığı, Charles Vess tarafından resimlendirilen ve daha sonra kitap haline getirilen, yetişkinler için yazılmış bir masal. “Roman yazmak bir keşif yolculuğudur” diyen Neil Gaiman için son zamanlarda sinema da fantezi dünyasının yansıtıldığı bir başka yaratıcılık alanı. “Aynalı Maske” (2005) (Mirrormask) adlı filmin öyküsünü, geçtiğimiz aylarda sinemalarda gösterilen “Ölümsüz Savaşçı”nın (2007) (Beowulf) da senaryosunu yazan yazar, Yıldız Tozu’nun sinemaya uyarlanması için yönetmen ve senaryo yazarı olarak Matthew Vaughn’la çalışmış. Kitabın sinema versiyonu için hikayenin daha özet bir halinin kullanıldığını ve bazı yeni karakterlerin eklendiğini belirten Neil Gaiman, genel olarak bu projeden memnun kalmış.


Yıldız Tozu genel anlamda bir edebiyat yapıtı olarak değil de, bir sinema filmi olarak incelendiğinde, filmde yer alan karakter yapılarının aslında sinema dünyasında yer alan diğer karakter yapılarından pek farklı olmadığı görülebilir. Diğer filmlerin temelinde sıkça karşılaşılan dörtlü yapıyı burada da görmek mümkün. Carl Gustav Jung’un ortak bilinçdışı teorisiyle açıklanabilen dörtlü yapı; kahramanı, kötü karakteri, aşk ilişkisini ve yol gösteren karakteri içerir ve bu yapı filmdeki bütünlüğü sağlamak için gereklidir. Jung’a göre, bizden önce yaşayan insanların özellikleri, çevresel etkenler, kalıtım ve evrimleşme süreci içinde yaşananlar herkesin genlerinde varolduğu kadar bilinçdışında da varlığını sürdürmektedir. Herkesin bir anne babası, büyürken karşılaştığı sorunlar, hayal kırıklıkları, sevinçleri ve heyecanları vardır. Kişilerin isimleri, yaşadıkları yerler, konuştukları diller değişse de, yaşanılan ortak deneyimler değişmez. İşte Jung’a göre, bütün insanların bilinçdışında ortak olarak paylaştıkları bu deneyimler “kolektif/ortak bilinçdışı”’dır. Ortak bilinçdışında yer alan deneyimlerin temel figürlerine, ‘ilk örnek’ anlamına gelen “arketip” denir. Örneğin, her kültürde farklı bir toplumsal yeri olsa da, kiminde verimliliği ve gelişmeyi kiminde aşk ve üretimi simgelese de, insanların tümünde bir “anne” kavramı, yani bir anne arketipi vardır. Aynı şekilde kişinin toplum içinde edindiği farklı rolleri simgeleyen, gerektiğinde bir öğretmen, gerektiğinde bir sevgili rolü üstlenmesi sonucu oluşan kişiliğin farklı yönlerine “persona arketipi” denir. Persona sözcüğü, tiyatro oyunlarında takılan maske anlamına gelir. Bir diğer arketip “gölge”dir. Gölge, persona arketipinin karşıtı, kişinin farkında olmadığı diğer yüzüdür. Genelde istenmeyen, kabul görmeyen kişisel özelikleri içerir; insan bedeni nasıl bir karanlık yansımaya yani gölgeye sahipse aynı şekilde bilinç de karanlık bir yansımaya sahiptir. 
“Anima” ve “animus” arketipleri ise, kişilerin içinde yer alan karşı cinse ait özelliklerdir. Erkekler için anima, erkeklerin sahip oldukları sezgi, empati, özen gibi dişiye ait özelliklerdir. Kadınlarda ise animus, kadınların sahip oldukları cesaret, liderlik ve fiziksel güç gibi erkeğe ait özellikleri temsil eder. Nesiller boyunca bir arada yaşayan kadın ve erkek, birbirlerine ait bazı özellikler edinmişlerdir ve bu özellikler de birbirlerini daha iyi anlamalarını sağlamıştır. Dolayısıyla anima ve animus, persona ve gölge gibi insan yaşamının önemli parçalarıdır. Bunlar gibi çeşitli arketipler, insanlığın ortak bilinçdışında yer almaktadır ve yansımaları masal, mitoloji, edebiyat ve sinema gibi farklı dallarda görülür. Sinemadaki yansımaları da genelde, daha önce bahsedilen dörtlü yapı içinde olur. 
Jung’ a göre, kişinin ruhunda yer alan dört ana arketipin dengeli bir biçimde yer alması bütünleşmeyi sağlar. Bu arketipler gölge, anima/animus, kadınlar için yol gösterici, kollayıcı anne figürünün temsili Tanrıça arketipi, erkekler için de aynı şekilde baba figürünü temsil eden, akıllı yaşlı adam arketipidir. Bir filmi Jung’un bahsettiği bu dört arketipi içerecek şekilde bir bütün olarak değerlendirirsek, nasıl bir insan dengeyi sağlamak için dört arketipi ruhunda dengeli bir biçimde barındırmak zorundaysa, aynı şekilde filmler de seyircide dengeli bir bütünlük hissi uyandırmak için bu dörtlü yapıyı barındırmalıdırlar. Kişilerde persona, gölge, anima/animus, ve tanrıça/akıllı yaşlı adam şeklinde bulunan dörtlü yapı filmlerde kahraman, kötü karakter, aşk ilişkisi ve yol gösteren karaktere dönüşür. Filmde yer alan kahraman (persona); kötü karakter (gölge), yaşayacağı aşk ilişkisi (anima/animus) ve ona yol gösteren karakterle (tanrıça/akıllı yaşlı adam) dengeli ilişkiler kurmak ve bu ilişkilerin özelliklerini öykünün akışı boyunca kendi karakterinde harmanlamak zorundadır. Film boyunca kahraman, kötü karakterin ortaya çıkardığı sorunları çözer, kendi zayıf ve güçlü yanlarını bu mücadele sürecinde tanır, ona yol gösteren karakterden yardım alır ve beğendiği kızın gönlünü fetheder. Dörtlü yapı ancak bu şekilde tamamlanır ve film seyircide bir bütünlük hissi uyandırır. Filmin sonunda, kahraman gelişimini tamamlamış; amacına ulaşmıştır.


Yıldız Tozu bu özellikler göz önüne alınarak incelenirse, ana karakterlerden hem Tristan hem de Yvaine açısından film içinde dörtlü yapının iki farklı şekilde sağlandığı görülebilir. Jung’un tanımlamalarına uygun bir şekilde persona yani kahraman olarak Tristan ele alınırsa, Tristan bir kahramanda bulunabilecek mücadele etme isteği, kararlılık, cesaret ve güven gibi özelliklere sahiptir. Bu özelliklerini gölge arketipini temsilen filmde yer alan kötü karakterlerle olan mücadelesinde sürekli kullanmaktadır. Yvaine’nin peşinde olan yaşlı cadı ve Stormhold prensi filmde zıtlığı ve karşı görüşleri temsilen kötü karakterler olarak yer almaktadır ve Tristan film boyunca bu kötü karakterlerin yarattıkları bütün zorlukları aşabilmiştir. Bununla beraber Jung’un akıllı yaşlı adam arketipini temsilen yol gösterici bir karakter olan Kaptan Shakespeare, Tristan’ı gemisinde misafir etmiş ve ona kılıç kullanmayı öğreterek destek olmuştur. Böylece hem kötü karakterlerin yarattığı sorunlarda Tristan’a yardım etmiş hem de Tristan’ın duygusal olarak ne istediğini farketmesinde önemli bir rol oynamıştır. Filmde karşı cinse ait özellikleri içeren anima/animus’u temsilen yer alması gereken aşk ilişkisinde de, Tristan başlangıçta sevdiği kız olan Victoria’ya ulaşmayı amaçlarken sonrasında aslında Victoria’da aradığı özelliklerin olmadığını görmüş ve filmin sonunda da arzuladığı aşka ulaşabilmiştir. Kahraman (persona) olarak Yvaine ele alındığında ise, Yvaine’nin de Tristan’a benzer biçimde cesaretli, sağduyulu ve kararlı olduğu görülebilir. Yvaine kötü karakterlerden (gölge) biri olan yaşlı cadıya karşı direnebilmiş ve Prenses Una gibi kollayıcı anne figürüne uygun bir karakter (tanrıça/akıllı yaşlı adam) kendisine yardım etmiştir. Yvaine de Tristan gibi duygusal bir farkındalık yaşamış ve yıldız şeklinde yüzyıllardır gökyüzünden Dünya’yı seyretmesini dayanılabilir kılan tek şey olduğunu söylediği aşkı (anima/animus) sonunda kendisi de bulmuştur. Filmin sonunda her iki kahraman da iç dünyalarını daha iyi tanımış, kim oldukları ve ne istediklerine dair gelişimlerini tamamlamışlardır. Sonuçta da dörtlü yapı tamamlanmış ve seyircide bütünlük hissi uyandıran bir öykü ortaya çıkmıştır.

Yıldız Tozu her ne kadar karakter kurgusu bakımından diğer filmlere benzese de, onu bu kurgunun kullanıldığı gerçekçi filmlerden ayıran önemli bir özelliği, fantezi denilen gerçeküstü olayların konu edildiği bir türe tabi olmasıdır. Sinemada özellikle son on yılda “Yüzüklerin Efendisi” (Lord of the Rings) (2001), “Matrix” (1999), Harry Potter (2001), X-Men (2000), Narnia Günlükleri (The Chronicles of Narnia) (2005) ve Altın Pusula (Golden Compass) (2007) gibi filmlerin çekilmesiyle bu türün popülerliği artmış; görsel efekt teknolojisindeki son gelişmeler de, bu filmlerin çekiciliğinin artmasında önemli rol oynamıştır. Fantezi sinemasının hitap ettiği kitleler her ne kadar son zamanlarda genişlese de, aslında fantezi çeşitli alanlarda uzun zamandan beri varlığını sürdüren bir türdür. Romanlar, çizgi romanlar, tiyatro oyunları, hatta yıllarca önce yazılmış mitolojik öyküler ve masallar kendi içlerinde okuyuculara ve seyircilere fantezi türünün sayısız örneklerini sunarlar.

Sınırsız hayal gücü anlamına gelen fantezi sözcüğü, gerçekte varolmayan şeylerin, hayal dünyasında oluşunu ve bu dünyanın yaratıcı içeriklerini de kapsar. Psikoloji alanında, özellikle Freud’un çalışmalarında ise fantezi, normal hayallerin yanı sıra kişinin farkında olmadan, bilincinin dışında yer alan arzularının doyurulması ya da kişinin farkında olmadan yaşadığı iç çatışmaların dışavurumu olarak görülmektedir. Fantezi, kişilerin arzularıyla da yakından ilişkilidir. Eğer kişilerin arzuları, fanteziler yardımıyla dile getiriliyorsa bu noktada, günlük yaşamda yer alan fanteziler kişinin kendisi ve istekleri arasında bir aracı konumunda yer almaktadır. Bu bakış açısıyla, sinemada popülerliği gittikçe artan fantezi filmleri insanoğlunun korku ve arzularının yansıtıldığı, seyircilerin farkında oldukları ve olmadıkları kaygılarının giderildiği ve arzularının tatmin edildiği bir araç olarak değerlendirilebilir.

Fantezi filmlerini çekici kılan bir öğe de, seyircilere günlük hayatlarındaki sorunlardan kaçmak için bir fırsat sunmalarıdır. Aslında bu kaçışın gerçek bir kaçış mı, yoksa farkında olmaksızın yaşanılan bir yüzleşme mi olduğu bakış açısına göre değişebilir. Bir açıdan “Pan’ın Labirenti” (2006) (Pan's Labyrinth) adlı filmin yönetmeni Guillermo Del Toro’nun belirttiği üzere, “Hayatımızda teknolojinin yeri arttıkça ve inançlarımızın gizemi kayboldukça, içimizdeki boşluk da giderek artmaktadır. Ruhani varlıklar olarak bu boşluğu gelecek cep telefonu faturamızın ya da son çıkan Nintendo oyununun dışında, mitoloji ya da kozmoloji gibi bir şeye inanmaya imkan veren sistemlerle doldurmamız gerekmektedir. Fantezi filmleri ise, bu boşluğu doldurur. Bu filmler doğaüstü ya da büyüsel konuları şimdiye odaklanmış bezgin kuşak için erişebilir hale getirirler”.

Bir başka açıdan da, eğer fantezi filmleri Jung’un belirttiği üzere ortak bilinçdışının yansıması olarak kabul edilirse, seyircinin gidip seyrettiği temaların aslında ortak bilinçdışına ait kavramlar, sorunlar ya da mutluluklar olduğu düşünülebilir. Kavramların sadece yeri, zamanı ve varoluş şekli farklı, içerikleriyse aynıdır. Bu anlamda gerçeklikten kaçış değil, bir yüzleşme söz konusudur. Seyirci bu durumun farkında olmayabilir, çünkü büyücülerin, olağanüstü yetenekleri olan karakterlerin, değişik canlı türlerinin yer aldığı farklı bir evrende, gerçek dünyada yer alan savunma mekanizmalarının harekete geçmesi biraz daha zordur. Bu sayede, filmlerde yer alan karakterlerle özdeşim kurmak ve ardından özdeşim kurulan karakterin sorunlarını çözmesiyle gerçekleşecek olası rahatlama duygusunu yaşamak kolaylaşır.

Jostein Gaarder, “Sofi’nin Dünyası” adlı kitabında bir filozofun en büyük özelliğinin dünyayı yeni öğrenen bir çocuğun sahip olduğu ve daha sonra unuttuğu hayret etme özelliğini koruyabilmesi olduğunu söyler. İşte fantezi filmleri belki de, dünyanın gerçeklerine alışmamış, hala her şeyin olabileceğini düşünen ve uçan bir bardak görünce şaşırmayan seyircinin içindeki çocuğa seslendiği için bu kadar çekicidir. Fantezi filmleri, seyirciye sundukları sihir ve mucizelerle çocukluk yıllarından kalma arzuları doyurma imkanı yaratırken, bir yandan da yetişkinler dünyasına ait öğeleri kullanarak ortak bir buluşma noktası yaratmaktadırlar.

Yıldız Tozu da fantezi filmlerinin başarılı bir örneği olarak, hem gerçek dünyaya ait öğeleri hem de fantezi dünyasına ait öğeleri güzel bir şekilde bütünleştirmiş. Sonuçta da, hem seyretmesi keyifli hem de film bittikten sonra “Acaba buralarda da öyle bir duvar var mıdır?” sorusunu sorduran, bir süreliğine gerçek dünyanın maddesel soğukluğunu alıp götüren ve hayal gücünü tetikleyen bir film ortaya çıkmış.

“İnsanlığımızı yıldızlara bakmamıza mı borçluyuz? Yoksa insan olduğumuz için mi yıldızlara bakarız?”
“Gerçekten anlamsız. Yıldızlar da bize bakıyor mu? İşte, asıl soru bu.” 

Kaynakça

1. Indick, W. (2006). Senaryo Yazarları için Psikoloji. +1 Kitap Yayınları, İstanbul.
4. http://www.denverpost.com/entertainment/ci_6557055
5. http://www.neilgaiman.com/p/About%20Neil/Biography