15 Aralık 2011 Perşembe

Shutter Island/Zindan Adası...



Geçtiğimiz gün içinde iki kez "Shutter Island'ı seyrettin mi ?, Ne düşünüyorsun merak ediyorum" cümleleriyle karşılaşınca, sonunda bu filmi bir seyredeyim dedim. Normalde, "zaten hayatta yeterince gerilim var, bir de gerilim filmi seyredip neden kendimi gereyim" düşüncesiyle :), gerilim ve korku filmlerini seyretmeyi pek tercih etmiyorum. Dün gece, bir gerilim filmi olduğunun bilincinde, gerilimli bir şekilde seyredaldım bu filmi :p. Martin Scorsese'in, Leonardo Di Caprio'yla beraber çalıştıkları dördüncü film, öncesinde; Gangs of New York (2002), The Aviator (2004) ve The Departed (2006) var. Bu filmler arasında The Departed'ı çok seviyorum ve Di Caprio, burada da güzel bir oyunculuk çıkarmıştı.  

Filmden etkilendim !. Di Caprio çok iyi oynamış. Çekimler, yaratılan atmosfer, başarılı. Kurgusuna gelince, aslında kafamda Siyah Kuğu'yla bağlantı kurmadım değil. Filmi, ana karakterin gözünden seyredip, sonrasında dış gerçeklik açısından neler olduğunu öğreniyoruz. Bu filmde de, Siyah Kuğu'da olduğu gibi, patoloji yaşayanın gözünden etkileyici ve daha önemlisi gerçekçi bir şekilde aktarılabilmiş. Ana karakterin neden bu sorunu yaşadığı da, film boyunca etkin bir şekilde verilmiş. Bu kısımla ilgili hoşuma giden bir diğer ayrıntı da, biz filmi Teddy Daniels'ın gözünden seyrederken, bir yandan da, kendi patolojik kurgusu içinde savaş zamanına ait flashback'lerin gelmesiydi. Patoloji içinde patoloji gibi. (Inception ve Di Caprio bağlantısı :)).

Filmle ilgili temel olarak iki boyutta yorum yapılabilir aslında. Birinci boyut yukarıda bahsettiğim, Teddy'nin yaşadığı travmalar sonucu, alternatif bir kişilik ortaya çıkarması ve kendine yönelik suçluluğuyla bu şekilde yüzleşmekten kaçması. Bu durumda, Teddy'nin gözünden olayları yaşadığımızı ve "asıl" gerçekliğin dış dünyaya ait olduğunu kabul etmiş oluyoruz.

İkinci boyutta ise, bu filmi aslında temel bir sistem eleştirisi olarak değerlendirebiliriz. Neye "gerçek dışı" diyeceğimize, psikiyatri/psikolojide uygulanan tekniklerin aslında deneme-yanılma yoluyla ilerlediğine ve bu süreçte yer alan bireylerin de birer denek olarak algılanabileceğine dair bir eleştiri. Daha da ilerletirsek, filmde de verildiği üzere, çeşitli ülkelerin özellikle savaşlarda ve genel olarak kontrolü sağlayabilmek adına zihin süreçlerine çeşitli yollarla yaptığı müdahaleler ve bunların sonuçları. Filmin sonunda Teddy'nin yaşadıklarının kendi zihninde bir savunma mekanizması olarak bir paranoyak kurmaca şeklinde gösterilmesi ağır basıyor. Lakin genel kurguya baktığımızda; uzakta bir ada, üzerinde deney yapılabilecek ve bir kere "deli" etiketini yedikten sonra ne yaparsa yapsın, yaptıkları bu etikete bağlı olacak olan insanların, kendilerine yapılanlara itiraz edemeyecek oluşları, çeşitli deneyler yapmak için koşulları çok uygun hale getiriyor. Dolayısıyla da, bu boyutta yine Teddy'nin gözünden olayları yaşadığımızı fakat "asıl" gerçekliğin dış dünyaya değil de Teddy'e ait olduğunu söyleyebiliriz. Bu iki boyutu 1975 yapımı Guguk Kuşu (One Flew Over the Cuckoo's Nest) adlı film de çok güzel ele almaktadır. Özellikle Shutter Island'da bahsi geçen, prefrontal lobotomy (kişilik, karar verme, sosyal davranışları düzenleme gibi alanlardan sorumlu prefrontal korteksle beynin diğer lobları arasındaki bağlantıların kesildiği cerrahi teknik) uygulaması da bu filmde yer almakta. Seyretmeyenlere tavsiye olunur...

Bir de değinmeden geçemeyeceğim rüyalar meselesi var. Bu filmde, Teddy'nin rüyalarında sembolik olarak da (karısının karın bölgesinden başlayarak külleşmesi) gerçekçi bir şekilde de (çocuklarını göle bırakması) bilinçaltı yansımalarını çok net bir şekilde görebiliyoruz. Filmin sonunda, seyirci açısından bakıldığında, bu rüyalar filmi anlamlandırmak için kurgunun içinde kullanılırken, bir yandan da sanki çok ince bir şekilde "günlük yaşamda da rüyalar dikkate alınmalıdır" iletisi vardı. Rüyalar ve bilinçaltına yapılan vurgu açısından, bir başka film, Inception da zaten başlı başına bu konu üzerine kuruluydu. 

Film neden Oscar'a aday olmamış, olsa iyi olurmuş deyip biraz araştırma yapınca, filmin gösterime girdiği tarih dolayısıyla Oscar yarışında yer almadığını gördüm. Di Caprio dışında, Ben Kingsley, psikiyatrist için çok iyi bir  seçim olmuş. Her ne kadar Kingsley'in oyunculuğunun iyi olduğunu düşünsem de, bu adamın bana itici gelen bir tarafı vardı. Hatta bir gece öncesinde Penelope Cruz'la beraber oynadığı bir filmde yine kendisini gayet itici bulmuşken, bu filmde kendisinin "bu adam iyi psikiyatrist mi, kötü psikiyatrist mi" havasını çok başarılı bir şekilde yansıttığını düşünüyorum, üstelik bu sefer itici de gelmedi. 

Son zamanlarda Hollywood giderek psikoloji camiasına çalışmaya başladı sanki. Tabii bu durum benim dikkatimin iyice o yöne kaymasıyla ya da sinema alanının doğal gelişim süreciyle ilgili olabilir ama, yakınlarda seyrettiğim Shutter Island, Siyah Kuğu ve yakında kendisiyle ilgili bir değerlendirme yazısı yazacağım King's Speech gibi filmler bende bu duyguyu kuvvetli bir biçimde uyandırmaya başladılar. 

Hiç yorum yok: