30 Haziran 2012 Cumartesi

Kuş sesleri



Sıcak bir günün sonunda, evin yanıbaşındaki gölün etrafında yürüyüşe çıktım. Lakin göl kenarındaki boş bankı görünce dayanamayıp oturdum. Yaklasık bir saattir kuş sesleri eşliğinde kâh gölü, kâh yürüyüşe çıkmış insanları, köpekleri ve ördekleri :) seyrediyorum.
Kuş seslerini dinlemek garip bir neşe ve huzur veriyor. Ucundan da olsa doğayla bütünleşme hissi yarattığından olsa gerek...

Mor ve ötesi'nin 'kara kutu' adlı şarkısının sözleri de takılıyor dilime...'kuş sesleri bana bir şey diyor sanki...'
Sesini en çok sevdiğim kuş da baykuşgiller ailesinden olan puhu kuşu..
Güneşin batmasıyla sokak lambaları da yandı. Başka bir şarkı çağrışımı daha, 'sütçü köşeyi döndü, bütün lambalar söndü'...

Başımı bankın kenarına yaslayıp uzunca bir süre gökyüzüne bakınca, buraya geldiğimden beri yıldızları hiç görmediğimi ya da onlara dikkat etmediğimi farkettim...Göl kenarına bir de geceleyin gidip, yıldızların durumuna bakmak gerek...

Aslında doğaya ne kadar ihtiyacımız olduğunu anlamak için ondan bu kadar uzak kalmanın alemi yok, yitirmeden kıymet bilmeli...Gökyüzüne her baktığımda, ne kadar küçük ve ölümlü olduğumuzu bir kez daha hatırlıyorum. Kimi zaman bu hatırlama, uğraştığımız şeylerin anlamsızlığını da farkettirdiği için karamsar bir ruh haliyle sonuçlansa da, kimi zaman da, yaşadığım anın daha çok keyfine varmamı sağlıyor...






29 Haziran 2012 Cuma

İçimizdeki delikli nane

Çok sevdiğim, az önce de kendisiyle internet üzerinden saatlerce lafladığım bir dostum sayesinde aşağıdaki karikatürü gördüm.


























Varolmayı, varoluşçu psikolojiyi açıkla deseler, ancak bu kadar özetleyebilirdim.
Herkes kendi varlığına bir anlam arıyor bu hayatta.
Kimisi dinlerde, kimisi alışverişte, kimisi bilimde, kimisi de aşkta buluyor.
Bir açıdan hepsi gerçek, bir açıdan hepsi yanılsama.
Sevdiğim bir şarkı sözünde

"Searching for yourself is like looking for the house you stand in
How could you possibly find it?
It's everywhere
It's all you know
And there are no other points of reference" (pain of salvation, diffidentia)


ifade edildiği üzere, bir şeyin içindeyken, neyin içinde olduğunuzu anlamak çok zordur çünkü çıkarım yapabileceğiniz referans noktaları yoktur. 

Biz de bu hayatın nasıl başlayıp nasıl sonlanacağını bilmiyoruz. Dün Through the Wormhole'' adlı belgeselin 3. sezonunun 3. bölümünü seyrettim. Bu bölümdeki 'Acaba evren canlı mı ?' sorusuna, çeşitli bilim insanları ilk duyuşta bilim-kurgu gibi gelebilecek teorilerle cevap bulmaya çalışıyorlardı. Yaşamın aslında bir kara delik içinde oluştuğu, ya da şehirlerin de canlı olduğu, evrenimizin aslında kocaman bir beyin olduğu gibi teorilerin ardında aranılan şey 'hayatın/varoluşumuzun' anlamıydı. 

Günlük yaşamda çoğu kez farkında olmadan yapmaya çalıştığımız şey, içimizdeki delikli naneyi doldurmak. Bunu yaparken kimimizin seçtiği yollar daha işlevsel, kimimizinki ise daha yorucu ve zor, bazen de kendimize ve çevremize zararlı. Asıl çıkış noktası ise, bu boşluğu kabul edip, neyle dolduruysak içini, onunla barışmak. İşte o zaman, rüzgara karşı doğru açıyla yürüdüğümüzde belki çıkan sesi duyabiliriz. Hayatın anlamı da, anlamsızlığıdır belki. 

28 Haziran 2012 Perşembe

fark yaratan ufak şeyler

Daha önceki bir yazımda burada kullandığım trenlerden bahsetmiştim. Kayıp 'inicem' düğmeleri dışında, bir diğer özellikleri de, genelde 2 veya 3 vagondan oluşup, her vagonda bir makinist bulunması. En öndeki makinist treni kontrol ederken, diğer makinistler sadece binenlerin biletlerini kontrol ediyor, o da tabii ki sadece duraklarda. Arkadaşımla, yol boyu başka bir şey yapmadan oturmanın ne kadar sıkıcı olduğundan dem vurmuştuk bir gün. Sonra geçenlerde, bindiğimiz trenin bir vagonundaki makinist, alışagelmedik bir şekilde, her durakta anons yapmaya başladı: 

'Şu durağa geldik, buradan şuraya aktarma yapabilirsiniz'
'Şimdiyse şu duraktayız, alışveriş yapmak için uygun bir yer'
'Geldiğimiz durak bu, hava şu anda şu kadar derece, bu durak çevresinde bulunan parkları gezmek için gayet uygun'

Bir anda keyfimiz yerine geldi, sonra bu işin ne kadar sıkıcı olduğuna dair yaptığımız konuşmayı hatırladık. Ve dedik ki, ufak şeyler insanın ruh halini, gününü ne kadar da değiştirebiliyor...Hayat akışı içinde, sıkıcı olduğunu düşündüğümüz şeyleri ufak detaylarla keyif alabilir hale getirme 'anlarını/fırsatlarını' yakalayabilsek, belki de daha çekilir bir yer olurdu bu dünya :)

17 Haziran 2012 Pazar

alışmak ve bağ kurmak

Daha önce de başka bir yerde yazdığım üzere, insanın her yere ve her şeye alışabiliyor olmasını biraz hüzünlü buluyorum. İşin kendimle ilgili dinamikleri kısmının farkındayım, o kısmı ayrı tutmaya çalışarak yazacağım biraz bu konu hakkında...

Alışmanın özündeki parçalardan biri, belki de en güçlüsü hayatta kalma güdüsü olsa gerek...Her türlü koşula rağmen ayakta ve hayatta kalabilmek...

Birey bir mağarada bile olsa, kendine tanıdık gelen bir taşı sahiplenerek, belki duvarlara resim çizerek, kendine ait bir dünya yaratmayı başarıyor...Ve o dünya bir süre sonra yuva sıcaklığını hissettirebiliyor, bütün olumsuzluklara ya da yoksunluklara rağmen...

İşte bazen, o mağarayı bırakıp başka bir mağaraya gitmek gerekiyor, ilk başta zor geliyor tabii, fakat sonra beyin oradaki uyaranları tanıdıkça, bir süre sonra da benimsedikçe, ikinci mağara 'yuva' oluyor bu sefer...

Buraya kadar işler iyi...devamında ise...
'Alışmak' kendi başına cirit attığını sanırken karşısına 'bağ' kurma çıkar ve alışmak ilk önce bağ kurmayla çok yakın arkadaş olur...Öyle ya, insanın varolabilmesi adına temel ihtiyaçlarından biri bağ kurmadır...Ne zaman yeni yerlere alışmak gerekir, işte o noktada bağ kurmayla alışmanın arası açılır çünkü 'bağ kurma' bilmektedir ki, 'alışma' sayesinde oluşacak yeni bağlar gözükmektedir ufukta...Bu ise varolan bağların bir kenarıya atılabilir ya da güçlerinin azalabilir olduklarına bir işarettir....

Bana hüzünlü gelen kısım da, işte bu kısım...
Bazen e madem her şeye alışabiliyoruz, o zaman yaşadıklarımızın değerini belirleyen nedir diye soruyorum...Vazgeçilemez olduğunu düşündüğümüz şeylerin aslında vazgeçilebilir olduklarını biliyoruz...Peki o zaman bizi bir yerde, bir durumda tutan şey nedir ? Alışabilir olduğunu bilmek ama istememek mi ? Bilinçli olarak yaptığımızı düşündüğümüz seçimler mi ? Yoksa duygu dediğimiz 'gerçeklikler' mi ?
Aynı koşullarda, bırakıp gitme ya da kalma seçimini yaptıran etmenler nelerdir ?