30 Mart 2011 Çarşamba

sesler

Bir döngü ya hayat, arada baş döndürse de, arada atlı karıncaya bindirse de, en azından benim için dengeli bir döngüsü var...Özellikle "zaman" konusunu değerlendirdiğim şu dönemde, Legolar  gibi parçaların yerli yerine oturması, bayağı iyi hissettiriyor.

Geçmişle ilgili şu bakış açısına oldukça katılıyorum:
"...geçmişin belirleyici nitelikteki olaylarının anlamı da şimdiki zaman ve gelecek tarafından belirlenir. Geçmişi mekanik bir biçimde değerlendirmek bir yanılgıdır. Çünkü geçmiş, şimdiki zamandan bağımsız olarak vaktiyle yaşanmış olan bazı olaylar topluluğunun depolandığı statik bir yer değildir. Tam karşıtı olarak geçmiş, yaşanmak üzere olan andaki gerçeğimize göre 'kabul edilmiş geçmişimiz'in içinden o anda seçilivermiş olaylardır." (Engin Geçtan, Varoluş ve Psikiyatri)

Hele ki geçmiş/zaman/döngü süreçleri büyüteç altındayken, dört sene öncesinden bir "ce" sesi duyunca, mutlu olan bendeniz, neyi yaşamaya cesaretin varsa onu yaşarsın demeden de edemiyorum....


20 Mart 2011 Pazar

Limitless (2011)










"Eğlencelik filmler" kategorisinde yer alan Limitless, "aman seyretmesem de olurmuş" dedirtmeyen, sinema çıkışında hoş bir tat bırakmayı başaran ender filmlerden biri oldu. Güzel bir günü ya da geceyi değerlendirmek istiyorsanız; arkadaşları çağırıp, mısır patlatıp/şamata yaparak eğlenmek için, bu film biçilmiş kaftan.

16 Mart 2011 Çarşamba

Pain of Salvation


Büyüsünden en çok etkilediğim müzisyenlerden biri Daniel Gildenlöw ve grubu Pain of Salvation. İsveç kökenli grup beş kişiden oluşmakta, vokal ve gitarda Daniel Gildenlöw, geri vokaller ve gitar Johan Hallgren, bas gitarda Per Schelander, davulda Leo Margarit ve klavyede Fredrik Hermansson.


photo by Lars Ardarve
Bu grupla ilgili en çok sevdiğim şey sadece bir müzik grubu olmalarının ötesinde dünyaya, sisteme dair belli bir bakış açılarının bulunması ve bunu yaptıkları müziğe yansıtabilmeleri...Grubun tamamı için konuşamam ama grubun beyni konumundaki Daniel Gildenlöw'ın varoluşçu bir müzisyen olduğunu söyleyebilirim. İnsanın hem kendini, doğayı ve evreni sorgulaması hem de politik duruş anlamında bireyin hayatla yüzleşmesini ve yüzleştikten sonra da harekete geçerek, davranışlarının sorumluluğunu alması gerektiğini söylüyor..Tabii bu benim şarkı sözlerinden ve konsept olarak oluşturduğu albümlerinden, bu albümleri oluştururken okuduğu kitaplardan vardığım bir yorum. Yoksa kendisiyle bire bir konuşmuş değilim :). Grubun yaptığı albümlerden özellikle "Be"yi, varoluşsal sorgulamalar anlamında örnek verebilirim.


Bu adreste albümü oluşturmak için yararlanılan kaynaklar belirtilmiş. Bir göz atarsanız oldukça kapsamlı olduğunu göreceksiniz. Grubun diğer albümlerine baktığımızda, Entropia'da savaş; One Hour By The Concrete Lake'de nükleer atıklar, su sorunu, savaş, sistem;  The Perfect Element I'de bireysel sorgulamalar; Remedy Lane'de aşk, kayıp, cinsellik ve arayış; Scarsick (The Perfect Element II)'te kapitalizm, tüketim, materyalizm ve sömürü düzeni gibi toplumsal konular ele alınmış.

Bu grubu dinlerken çoğu zaman, müziğin yanında sözlere de takılıp kalıyorum. Bir noktadan sonra şarkı sözü yerine, edebiyat eserleri olarak değerlendirmeye başladım Daniel Gildenlöw'un yazdıklarını...En sevdiğim ve yine çok varoluşçu olduğunu düşündüğüm cümlelerden biri "Hell is to wake up, but it makes all the difference". Yine insanın kendi kendini arayışıyla ilgili şu sözleri de çok seviyorum..

photo by Lars Ardarve


"Searching for yourself is like looking for the house you stand in
How could you possibly find it?
It's everywhere
It's all you know
And there are no other points of reference" 
Grubun müzik tarzına gelince...Genel olarak "progressive rock" türünde adlandırılmakta, fakat her albümde tarzları değişiyor, bana göre en temel özellikleri bir parça içinde müziğin ritminin düzensiz ve çok hızlı değişebiliyor olması. Müziklerinde tutkunun çok yoğun olarak hissedilebiliyor olması da, bir çok şeyin yanında bu özelliklerinden de kaynaklanıyor olabilir. Tutkunun yanı sıra, değişim de bu grubun (belki de Daniel Gildenlöw'un denmeli bilemiyorum) çok temel bir özelliği...Her albümde, insan ve zaman sürecine paralel olarak bu grubun da değiştiğini, geliştiğini görebiliyorsunuz...

Bu grupla ilgili zaman içinde daha bir çok şey yazacağımdan eminim, dolayısıyla giriş olarak bu kadar yeterli diye düşünüyorum ;).

14 Mart 2011 Pazartesi

three insights

Deyvidbovi paylaşımlarından biri daha....David Brooks'un The Social Animal adlı konuşması.

Kısmi özet:

1. While the conscious mind writes the autobiography of our species, the unconscious mind does most of the work.
2. Emotions are not separate from reason but they are the foundation of reason because they tell us what to value, so reading and educating your emotions is one of the central activities of wisdom.
3. We are not primarily self-contained individuals, we’re social animals not rational animals, we emerge out of relationships and we’re deeply interpenetrated one with another. 

12 Mart 2011 Cumartesi

Kısır döngü: Mutluluk nerede ?

Fringe'ın yeni bölümünü seyrettikten sonra sabahtan beri kafamda şekillenmekte olan düşüncelere Passiflora'nın iki yazısı da eklenince, zihnimin düşünce arşiv bölümünden gerekli dosyalar çıkarıldı, yazıya dökülmesine karar verildi. 

Fringe'de neler oldu ? Fringe'de hep birşeyler oluyor da :p, bu seferki bölümde, insan ruhunun/bilincinin enerji olduğu, dolayısıyla beden öldükten sonra yok olmadığı ve uygun aracı kullanılarak, tekrar erişim sağlanabileceği işlenmiş. İyi güzel...Zihin ve beyin, ruh/bilinç ve madde iç içe...

8 Mart 2011 Salı

Tori Amos





Bu kadınla ilgili ne yazabilirim diye düşünürken, aslında çok da derli toplu birşeyler yazamayacağıma karar verdim. Şöyle ki; Tori Amos'u dinlerken, kendi hislerim çok ön planda oluyor. Tori Amos'u düşününce, fikirsel değil de hissel bir algım olduğu için, onu anlatmaya çalışmak çok zor geldi. Şarkı sözlerine baktığımda ya da o şarkıyı hangi durumda yazdığını araştırdığımda, bir süre sonra hepsinin uçup gittiğini farkettim. Şarkı sözleri kendi hayatının bir yansıması gibi, dolayısıyla ne olduğunu anlayamadığım bir çok şarkısı var (illa ki anlamam gerekiyor mu, orası ayrı tabii:))...Buna rağmen, sesini kullanması, şarkı sözlerine ve melodilere benim yüklediğim anlamlar, piyanoyu kullanma tarzı, yaratıcılığı, Neil Gaiman'la olan dostluğu, kendine özgülüğü, hitap ettiği duyusal alanlara görselliği de katması, hayatla beraber değişebilmesi/gelişebilmesi gibi özelliklerinden dolayı, en sevdiğim büyücülerden biri. Kendisini İstanbul'da verdiği iki konserde dinleme şansım oldu. Sahnede piyano çalarken adeta yaratıcılığını kullanan ve bundan çok keyif alan bir Tanrıça gibi gözüküyor. Konser kaydı olmasa da canlı performansının yer aldığı aşağıdaki video bu konuda belki bir fikir verebilir. 

Caught a Lite Sneeze, Devils and Gods, Iieee, Blood Roses, Pandora's Aquarium, Cruel, Big Wheel, Bouncing Off The Clouds, Velvet Revolution, Give ve Flavor sevdiğim şarkılarından. Winter ise her daim dinlediğim ve Tori Amos deyince aklıma gelen şarkı...

7 Mart 2011 Pazartesi

L'illusionniste (The Illusionist) (2010)

2010 yılı en iyi animasyon dalında Oscar adaylarından biri olan L'illusionniste'ı az önce seyrettim. Çok etkilendim. Çizimler, konu, diyalogların yok denecek kadar az olması ve neredeyse filmin tamamında müziğin konuşması...Hele o filmin sonunda gözüken nottaki yazı beni benden aldı...Les triplettes de belleville'i seyrettiyseniz ve sevdiyseniz, bu animasyonu da muhtemelen seversiniz. Nitekim her ikisi de Sylvain Chomet'e ait filmler....Cansel Elçin'in filmle ilgili böyle bir yazısı da varmış...Filmin sitesi de pek güzel...


6 Mart 2011 Pazar

Pazar alısverisi

Yaşadığım semtteki market bir süredir tadilattaydı. Bugün gittim, tadilat bitmiş, marketin adı değişmiş, içerisini genişletmişler, dolayısıyla ürünlerin yerleri de değişmiş. Almaya planladıklarımı aldım, ilaveten bir markanın "organik süt" adı altında çıkardığı uzun ömürlü sütten, bir de başka bir markanın, suda pişirilen balığından aldım. Denedikten sonra sonuçları paylaşmak niyetindeyim. 

Marketler iyi güzel de, çocukluğumun geçtiği şehirdeki pazarları da özlemiyor değilim. Evimizin iki sokak üstünde Salı günleri kurulan pazara, genelde babamla, iş çıkışı ya da babannemle gün içinde giderdik. Pazarın en tenha zamanları sabahlar olurdu buna karşın fiyatların en yüksek olduğu zaman da sabahlarıydı. Akşama doğru fiyatlar düşer, pazar da gittikçe kalabalıklaşırdı. Alışverişe başlamadan önce bütün pazar baştan aşağı gezilir, fiyatlara bakılır, belirli tezgahlar aklın bir köşesine not edilirdi. Bazı tezgahlar vardı ki, artık senelerdir oradan alışveriş yapıldığı için ahbap konumuna gelinmişti. Fiyatları yüksek olsa da, ürünler kaliteli olduğu için, başka yerden alışveriş yapılmaz, bunun farkında olan tezgah sahibi de indirim yapardı. Hey gidi....

5 Mart 2011 Cumartesi

Anlar

"En kısa hikaye parçasına an denir.
Bazı anlar bütün yaşamımızı belirler.
'Bütün yaşamımız' dediğimiz de o birkaç ana bakar aslında...
Bu yüzden yıllar sonra en çok hatırladıklarımız anlardır.
Gerisi bulanıktır. Geçmişi anlar berraklaştırır." (Murathan Mungan)

3 Mart 2011 Perşembe

“Eğer ben kendim için değilsem, kimin içinim ? Ve eğer yalnızca kendim içinsem ben neyim ?”




 Bu yıl en iyi orjinal senaryo dalında Oscar'a aday olmuş Another Year’ı (2010) dün seyrettim. Daha önce Get Low ve Biutiful için yazdığım “insanlığın çok bilindik konularını, sade ve vurucu bir şekilde” ifade eden filmler kategorisine giren bu filmde, orta yaşın biraz üzerinde bir çiftin (Tom ve Gerri) hayatına bir sene boyunca misafir oluyoruz. Uyumlu ve huzurlu bu çift dışında, çiftin oğulları Joe ve arkadaşları Mary hikayelerine en çok tanık olduğumuz karakterler. Aslında film, “mutlu” Tom ve Gerri çiftinin “mutsuz” diğer karakterlerle olan gel-gitlerini konu alıyor diyebiliriz. Bu gel-gitler içerisinde en çok dikkati çeken de “yalnızlık” teması. Bu tema içerisinde en çok vurgulanan karakter de Mary. Tahminen 50’li yaşların başında olan Mary “yalnız ve güçlü bir kadınım ben değil mi” derken, söylediklerine kendisi bile inanmaz. Çiftin oğulları Joe dahil olmak üzere, neredeyse gördüğü her erkekle duygusal bir paylaşım içine girmeye çalışır, başarılı olamayınca da teselliyi bir klasik olarak alkolde arar. Filmi seyrederken, diğer yan karakterlerin de başa çıkmaya çalıştığı yalnızlık Mary’nin gözünden bakınca; buruk, tatsız, umutsuz ve acıdır.

Peki bu yalnızlık nasıl bir yalnızlıktır ? Varoluşsal, hepimizin nerede ve kiminle olursak olalım, zaman zaman derinden hissettiği bir yalnızlık mıdır, yoksa David Brooks’un dediği gibi We are not primarily self-contained individuals, we’re social animals not rational animals, we emerge out of relationships and we’re deeply interpenetrated one with another sosyal bir varlık oluşumuzdan dolayı insan sıcağına duyulan özlemi yansıtan yalnızlık mıdır ?

Varoluşsal yalıtım olarak da geçen varoluşsal yalnızlığı Irvin Yalom, “bireylerle girilen en doyurucu ilişki ve tam bir kendilik bilgisi ve bütünlüğe rağmen süren bir yalıtım” olarak tanımlar. Hatta “insan hayatından sorumlu olduğu derecede yalnızdır” diye de ekler. Bu yalnızlık çoğu zaman bastırdığımız, yüzleşmekten kaçındığımız, yüzleştiğimiz anlarda da kendimize, çevremize yabancılaştığımız bir yalnızlıktır. Erich Fromm bu duruma ait çaresizlik duygusunu şu şekilde tanımlamıştır: “Tek başınalığının ve ayrılığının, doğa ve toplumun güçleri karşısındaki çaresizliğinin farkında olmak, bütün bunlar ayrı bağımsız varoluşu dayanılmaz bir hapishane yapar”Bu çaresizlik aslında doğumla başlayan bir ikilemi beraberinde getirir. Kişinin büyüyüp, ailesinden etrafındaki insanlardan ayrışıp “birey” haline gelebilmesi için, kişilerarası ilişkilerden  çıkıp, olanak ve sorumluluklarının farkına varması gerekir. Lakin, bu durum kişinin varoluşsal yalnızlıkla baş başa kalması demektir. Dolayısıyla, kişinin önünde üç seçenek vardır; ya birey olmaktan vazgeçecek, ya birey olmayı seçerek varoluşsal yalnızlıkla yüzleşmekten kaçacak, ya da bununla yüzleşerek hayatına devam edecek. 

İlk seçenekte yer alan insanlar aslında “bağımlı” olarak adlandırılan bireylerdir. Bir diğeri için yaşarlar; annesi/babası, çocuğu, eşi ya da kardeşi...Kendi istek ve arzuları bastırılmış, bağımlı olunan kişinin arzu ve istekleri ilk sırayı almıştır. Irvin Yalom’un dediği gibi “Kuşkusuz ‘ben’ kaybolur, ama yalnızlık korkusu da”

İkinci seçenekte ise birey olmayı seçmek ama varoluşsal yalnızlıkla yüzleşmekten çeşitli yollarla kaçmak vardır. Bu yolların başında da sevgiyi aramak gelir. Lakin bu tür "sevgi aramanın" temelinde, bir başkasının gözünden seçilerek/değer verilerek, birinin varlığında “gerçekliğinin” onaylanması vardır.

“Canlı olduğunu hissetmek için diğerlerinin onayına gereksinim duyan birey tek başına olmaktan kaçınmalıdır...Yalnızlık başkalarıyla doldurulur; yalıtılmış zaman birşeylerle meşgul olunarak yok edilir (Tek başınalık cezası her zaman oldukça kötü bir ceza olmuştur.) Bazıları mevcut, yalnız andan kaçarak yalnızlıkla savaşırlar: (o sırada yaşantıları mutluluktan çok uzak olsa da) geçmişin mutlu anılarıyla kendilerini rahatlatırlar veya henüz gerçekleştirilmemiş planların hayali ganimetinin tadını çıkararak kendilerini geleceğe yöneltirler."


Son seçenekte ise, yalnızlıkla yüzleşmek ve kabul etmek vardır. “İnsanın yalnızlıkla karşılaşması için önce kendini diğerinden ayırması gerekir; insanın yalnızlığı yaşaması için önce yalnız olması gerekir...İnsanın en sonunda bir diğerine derin ve anlamlı bir biçimde bağlanmasını sağlayan şey yalnızlıkla yüzleşmektir”Erich Fromm’un olgun sevgi olarak tanımladığı sevgide “insanın bütünlüğünü, bireyselliğini koruma koşuluyla birleşmesi” söz konusudur. Bu sevgi edilgen değil etken bir sevgidir, tüketmeyi değil ‘vermeyi’ içerir, ihtiyaç söz konusu olduğunda ise, “seni seviyorum, çünkü sana ihtiyacım var” yerine “sana ihtiyacım var, çünkü seni seviyorum” der.

Filmimize geri dönecek olursak, bu boyutlar çerçevesinde Mary’nin kendi yalnızlığıyla yüzleşemediğini, çözümü başkalarında aradığını söylemek sanırım çok yanlış olmaz. “Var” olduğunun onaylanması için, birilerinin ona ihtiyaç duymasına gereksinimi vardır. Hem Gerri’ye hem Joe’ya “ben senin için buradayım, paylaşmak istediğin bir şey varsa paylaş” diyerek aslında “bana ihtiyaç duy” iletisini yansıtmaktadır. Ve ne yazık ki bu iki kişiden de aradığı cevapları alamaz. Bu bir yandan uygun şekilde ifade edildiğinde Mary’nin tüketmekten ziyade ‘verme’ potansiyelini de içermektedir fakat Mary bunu bir türlü olması gerektiği gibi yaşama geçirmeyi başaramaz.

Ve film Mary’nin buruk ve acı bakışlarıyla son bulur. Geriye de tanık olunan dört mevsimden, muhtemelen her seyredenin kendi hayatına dair sorduğu sorular kalır.





Kaynakça:

Varoluşçu Psikoterapi, Irvin Yalom
Sevme Sanatı, Erich Fromm