26 Ekim 2011 Çarşamba

Sonic The Hedgehog



Hey ! Seneler sonra eski bir dostu tekrardan hatırlamak çok güzel ! Her ne kadar bunun sebebi bilgisayar başında geçirilen saatler içerisinde yaşanan erteleme davranışı olsa da :). Küçükken kuzenlerim sayesinde tanıştığım Sonic, SEGA'nın Nintendo'nun Mario'suna rakip olarak çıkardığı bir oyun. Oyunda, yerde top gibi yuvarlanıp, havalara zıplayan Sonic sağda solda bulunan halkaları toplar, bir yandan da önüne çıkan "düşman" diğer hayvanları yok eder. Sonic'in asıl düşmanı ise Dr. Robotnik'tir (Dr.Eggman). Yanlış hatırlamıyorsam, Sonic bölüm sonlarında Dr.Robotnik'in tutsak aldığı diğer hayvanları kurtarıyordu. Tabii bu sadece oyunların birinde geçiyor olabilir çünkü çok fazla Sonic serisi var. İlk olarak 1991'de çıkan oyunun bu zamana kadar bayağı bir çeşitlemesi yapılmış. İnternette bu oyunla ilgili ne var ne yok diye bakarken, Sonic'in ayakkabılarının Michael Jackson'ın ayakkabılarından esinlenerek tasarlandığını öğrendim. Oyunu merak edenler ya da eski günleri yad etmek isteyenler için bu adreste oyunun farklı serileri mevcut. Aşağıdaki video da oyunun yeni serisinin tanıtımını içermekte....


24 Ekim 2011 Pazartesi

Sofi'nin Dünyası



'Üçbin yıllık geçmişinin hesabını yapamayan insan günübirlik yaşayan insandır.' sözüyle açılış yapan Sofi'nin Dünyası, Jostein Gaarder'ın yazdığı, 90'lı yılların başında oldukça popüler olan bir kitap. Bu konuyla ilgili Prof.Dr. Gürsel Aytaç'ın o yıllarda yayınlanan Cumhuriyet Kitap'ta yazdıkları şöyle: "Orjinali Norveççe'de ve çevrildiği kırk küsur dilde bir bestseller. Ama olay örgüsünün  sürükleyiciliğiyle ya da kalıp ifadelerle yazılmış halk-tipi bir roman değil, "felsefe tarihi üzerine" bir roman. 579 sayfalık didaktik bir roman...Sofi'nin Dünyası'nı bir felsefe tarihi ders kitabı olmaktan kurtaran, şüphesiz romanlığı, bu romanın kurgusunda azımsanmayacaak kurmaca öğesi, romantik ironi vb. edebi sanatlar". Bir yandan; gençleri felsefeyle  tanıştırmak için yazıldığından, olumlu eleştiri alan; bir yandan da bu kitabı okuyup, felsefe hakkında herşeyi biliyormuşçasına davranan kişiler yüzünden olumsuz eleştiri alan bu kitap, ortaokul yıllarımdaki "ben" için önemli  bir kitaptı. Felsefeye karşı olan ilgimi daha da körüklemiş, en önemlisi bugün sahip olduğum varoluşçu bakış açısının temellerini hazırlamıştı. Kitabın, henüz seyretmediğim 1999 yapımı bir filmi de mevcut...Kitabın kurgusuna baktığımızda ise; Sofi, önce Rahip Alberto'dan gelen mektuplarda, sonra da birebir görüşmelerde felsefenin temel taşlarında bir yolculuk yaparken, aynı zamanda kendi varoluşunu da sorgulamaya başlar ve sonunda aslında başka birinin kafasında yaratılan bir karakter olduğunu öğrenir. Kitap'tan sevdiğim bazı alıntılar şöyle...

"Bundan ikibin yıl önce yaşamış Yunanlı bir filozofa göre, felsefe insanların hayretinden doğmuştur. Ona göre, insanlar kendi varoluşlarına şaşarlar; felsefi soruların çoğu da böylelikle kendiliğinden ortaya çıkar...
...İyi bir filozof olabilmek için gereken tek şey hayret etme yeteneğidir. Küçük çocukların hepsinde bu yetenek vardır....
.....İşin acıklı yani, büyüdükçe sadece yerçekimi yasasıyla kalmaz alıştıklarımız. Aynı şekilde tüm dünyaya alışırız....Ancak bu arada çok önemli bir şeyimizi yitirmiş oluruz ki, filozofların bizde yeniden canlandırmaya çalıştığı şey de budur. Çünkü herşeye rağmen içimizdeki bir ses, yaşamın büyük bir sır olduğunu söyler. Bu bizim, bir zamanlar, daha düşünmeyi öğrenmeden önce yaşadığımız bir duygudur."

23 Ekim 2011 Pazar

V (1983/2009)


  • Dikkat ! Bu yazı diziyi seyretmeyenler için bir miktar önbilgi içermektedir :)

Bu dizinin orjinali, 80'ler deyince bir çok kişinin aklına gelen öğelerden biridir. Kendi adıma ise, TRT 2'de gece geç saatte  yayınlanan bu diziyi, her hafta heyecanla takip ederdim. Türkçe'ye Ziyaretçiler diye çevrilen dizideki V'nin, Visitors'ın V'si olduğunu düşünürdüm ama Victory'nin V'siymiş. Aslında dizinin günümüz için çok bilindik bir konusu var. Dost edasıyla Dünya'yı ziyarete gelen "uzaylılar"ın, asıl amaçları burayı istila etmektir. Bu uzaylıların, aslında fiziksel olarak kertenkelemsi bir yapısı vardır ama uyum sağlamak için insan derisine bürünürler. Ara sahnelerde fare yediklerini ve yeşil derilerini görürüz. Bir de çok klasik olan, ortak üreme durumu vardır. Bir uzaylı ve bir insanın çocuğu olur ve pek tabii ki bu çocuğun özel güçleri de mevcuttur :). - Burada ortak üreme konusuyla ilgili Splice (2009) filminden bahsetmeden geçemeyeceğim. "Yeni nesil" ortak üreme fikri olarak klonlamayı içeren bu filmde, insan ve farklı hayvanların DNA'ları karıştırılır, çorba yapılır; göz atılabilir fimler kategorisinde - Konumuza geri dönersek; V, 1983/4/5 olmak üzere, 3 dönemde çekilmiş. Bir ara, DVD'sini bulup,  bu dönemlerden birini tekrar seyretmiştim. Tekrar yayınlansa ne güzel olur diye düşünürken, dizinin yeniden çekileceğini öğrendim. 

Şu anda yeni dizinin 2.sezonu devam etmekte. Eski bölümlerini ana hatları dışında hatırlamadığım için birebir karşılaştırma yapamasam da, yeni versiyonda birtakım değişiklikler olduğunu söyleyebilirim. Özellikle 2.sezonun son bölümlerine doğru "duygulara" yapılan önemli bir vurgu var. Şöyle ki, insanların duygularına göre hareket etmelerini zayıflık olarak gören ziyaretçiler, insanlar arasında yaşadıkça, kendileri de bu "insani duygulara" kapılmaya başlarlar. Hatta, varolan kraliçe, kendi annesini  (önceki versiyonda yer alan kraliçe) duygulara kapıldığı için etkisiz hale getirmiştir. Bu konudaki tehdit algıları yükselen ziyaretçiler, duyguların merkezini araştırmaya başlarlar. Gelinen nokta da, klasik dualist anlayışın vurguladığı "duygular ruhtan kaynaklanır, o zaman ruh nerede, ruhu bulalım" noktası olur. Dizinin devamında, bu konuyu nasıl ve nereye bağlayacaklarını merak ediyorum doğrusu...Seyretmeye devam...

19 Ekim 2011 Çarşamba

biutiful.


Yaşamak. Varolmak. Ölmek.
Süresi değişse de, en azından doğanların, bir süre yaşayacağı ve öleceği kesin. Peki ya varolmak ? İşin felsefi kısmına gelmeden, psikoloji camiasından, Erik Erikson'un psikososyal gelişim kuramının sekizinci evresinden bahsedebilirim. Sekizinci evrede, Erikson bu döneme gelmiş kişinin (65 yaş üstü), hayatının muhasebesini yaparak, anlamlı ve değerli bir hayat geçirip geçirmediğini sorgulayacağını, verdiği cevaba göre de, ya kendini yapmak istediklerini yapmış bir şekilde, "bütün" olarak hissedeceğini, ya da geriye dönmenin imkansızlığı içinde umutsuzluğun kapılarını açacağını söyler. Bir diğer deyişle Erikson, kişinin kendisine "var oldum" mu diye soracağından bahseder. Varolmak; fiziksel olarak çok kolay "var" diyebildiğimiz, zihinsel olarak ise belki de peşinden koştuğumuz bir kavram. Daha da ilginci, bu kavramı açıklamaya girişmeden, akla hemen başka bir sorunun gelebilecek olması. Neden "var olmalıyım" ? Amaç ne ? 

Bu anlam arayışını, Irvin Yalom, Alan Wheelis'in The Listener adlı kitabından, yazarın köpeğiyle ilgili bir alıntı yaparak şöyle örneklendirir:
"Sonra eğilip yerden bir sopa alırsam hemen düşüyor önüme. İşte beklenen büyük şey gerçekleşti. Bir misyonu var artık onun...Gerçi bu misyon üzerine düşünmek asla aklına gelmiyor. Tek ama tek düşündüğü, misyonu yerine getirmek. O sopaya ulaşabilmek için koşarak veya yüzerek her mesafeyi alabilir, her engelin altından veya üstünden geçebilir. 
Sopaya ulaştığı anda da alıp geri getiriyor onu: Ne de olsa misyonu, sopayı ele geçirmek değil sadece, geri getirmek. Yine de bana yaklaştıkça hareketleri yavaşlıyor. Sopayı bana vererek görevini tamamlamak istiyor ama, bir yandan da misyonunu tamamlamış olma, tekrar bekleme durumuna geçme düşüncesinden nefret ediyor: Kendi benliğinin ötesinde bir şeylerin hizmetinde olmak, benim için olduğu kadar onun için de önemli. Ben hazır olana kadar beklemek zorunda. Ne mutlu ki ona kendisi için bir sopa fırlatacak biri var hayatında." Yalom, bu bölümü okuduktan sonra şöyle der: "Hangimizin aklından geçmemiştir ki bu dilek: Birisi çıkıp benim sopamı fırlatsa". 

 Başka bir kitapta, Albert Camus, Sisifos'tan bahseder. Mitolojik bir kahraman olan Sisifos, Tanrıları kızdırdığı için cezalandırılır. Cezası da, sonsuza dek, bir tepenin eteğinden zirvesine kadar ağır bir kayayı çıkarmak, sonra kayanın kendi ağırlıyla aşağıya yuvarlanması ve Sisifos'un tekrar tekrar onu yukarıya taşımasıdır. İlk başta tam anlamıyla işkence gibi gözüken bu cezaya, Camus farklı bir yorum getirir:
"Sisifos'un tüm sessiz sevinci buradadır: yazgısı kendisinindir. Kayası kendi nesnesidir.....Bu taşın ufak parçalarının her biri, bu karanlık dağın her madensel parıltısı, tek başına bir dünya oluşturur. Tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insan yüreğini doldurmaya yeter. Sisifos'u mutlu olarak tasarlamak gerekir." Irvin Yalom'un belirttiği gibi, Tanrılar Sisifos'a aslında bir sopa fırlatmışlardır. Sisifos'un sonsuza dek sürecek bir amacı vardır artık. Yaşamının anlamını bu amaç içinde arayacaktır.

Bu örneklerde görüldüğü gibi Yalom, dünyada varoluş olarak önceden tasarlanmış bir görevimiz olmadığını, dolayısıyla bunun farkında olan bireylerin kaçınılmaz bir anlam arayışı içinde olacağını vurgular. Camus, ise amaçsız gelinen bu dünyada; doğmak ve ölmek, yemek ve içmek, uyumak ve uyanmak gibi sayısız rutin arasında, bir amaç bulunabileceğini bunun da "varolmak" olduğunu, farkındalığın ve bu rutinlerle yüzleşmenin ilk adımlar olduğunu söyler: "Sisifos'un tüm sessiz sevinci buradadır: yazgısı kendisinindir. Kayası kendi nesnesidir. Aynı biçimde, uyumsuz insan da sıkıntısı üzerinde gözleme başladığı zaman, tüm putları susturur. Birdenbire sessizliğine bırakılmış evrende, yeryüzünün binlerce hafif, hayran sesi yükselir. Bilinçsiz ve gizli seslenişler, tüm yüzlerin çağrıları, bunlar için kaçınılmaz ters yüzü ve yenginin pahasıdır. Gölgesiz güneş yoktur. Ve geceyi tanımak gerektir". 

Sisifos ve sopasının peşinde koşan köpek, uzun zamandır aklımın bir ucunda dururken, Bahar Muratoğlu'nun yazdığı şöyle bir yazıya denk geldim:

"Milan Kundera, Yavaşlık isimli romanında, "varoluşun matematiği" diye bir şeyden bahseder ve hatırlama ile unutma, hız ile yavaşlık arasında bir denklem kurar. 

"Yavaşlığın düzeyi anının yoğunluğuyla doğru orantılıdır; hızın düzeyi unutmanın yoğunluğuyla doğru orantılıdır. Yavaşlıkla anımsama, hız ile unutma arasında gizli bir ilişki vardır. Bir şey anımsamak isteyen kimse yürüyüşünü yavaşlatır. Buna karşılık, az önce yaşadığı kötü bir olayı unutmaya çalışan insan elinde olmadan yürüyüşünü hızlandırır." (Kundera)

Çağımız zaten unutma çağı. Aynı zamanda da hız çağı. Hem bireysel düzlemde, hem de toplumsal düzende, Kundera'yı haklı çıkaran bir dünyadayız. Hem unutmamız isteniyor ve her şey hızla değiştiriliyor. Hem de biz unutmak istiyoruz ve koşturup duruyoruz. Medyadan devamlı üzerimize akan enformasyon bir öncekini unutturmuyor mu? Toplumsal hafızamız bu şekilde zayıflamıyor mu?

Bir tarafta da kendini, geçmişi ya da şimdiyi, mükemmel olmayan hayatı unutmak için "hızlı yaşamaya" sarılanlar var. Bu hız belli bir oranda kaçış sağlıyor belki, ama aynı zamanda da reddetme ile bağlantılı. Reddetmek de yok etmeye yardımcı olmuyor. Öyleyse "hız"lı insanın sorunu var olanı, varoluşunu kabullenememek diyebilir miyiz? Peki sonsuza kadar koşabilir miyiz, yorulmaz mıyız? Yorulmasak bile, sonsuza kadar koşmak, sonsuza kadar unutma sözü verebilir mi?

Anımsamak istemesek bile, kabullenerek ve varoluşumuzun, var olanın içinde sakince kalmayı başararak yavaşlayabilir miyiz?  Reddetmeden, kaçmadan, belki değişim gücünü de bularak yavaşlığa adım atabilir miyiz?
Bence evet. Kundera'nın matematiğine katılıyorum, ama bence eklenmesi gereken nokta bu. İnsan varoluşunun gücü, aslında kendini anımsamak istemediği anlarda bile yavaşlatmaya yeter. Ancak insan, koşarken zaman zaman bunu da unutur.

Öte yandan yavaşlık, bence farkındalığın da arttığı bir yer. Yavaş bir varoluş, olan biteni ve ayrıntıları daha fazla fark etme olanağı sağlıyor. Koşarken kaçırdıklarımızı yakalama şansı veriyor. Yavaşlığın armağanı budur: Anın tadını çıkarma, anın içinde olma. Uçup gideceğini, geri gelmeyeceğini bildiklerimize yakından bakma imkanına sahip olma... "

Bütün bunların üstüne bir de Biutiful adlı filmi seyredince, kafamda hayata dair varolan herşey daha da bütünleşti.
Biutiful; Ameros Perros, 21 Gram ve Babil'in yönetmeni olan Alejandro Gonzalez Inarritu'nun çok etkileyici olmayı başaran bir başka filmi. Filmi seyrederken, bunun bir film olduğunu unutup, Uxbal'ın hayatını bir köşeden seyrediyormuş gibi hissettim. Soruların da, cevapların da seyredene ait olduğu, yorumsuz bir hayat kesiti. Sanırım, sonrasında "filmi nasıl buldun" sorusuna verecek cevabımın olmaması da bundan dolayıydı. İki ay ömrü kaldığını öğrenen Uxbal'ın, çocuklarıyla olan ilişkisi, işini devam ettirmeye çalışması, karısı ve ağabeyiyle olan ilişkisi, filmde verilen yan hayat hikayeleri, Uxbal'ın bazı ölülerle iletişim kurabiliyor olması; hepsi aslında "ölümlü" ve "rutin" hayatımızla bir kez daha yüzleştiriyor. Kendimce bu filmi "zınk" diye kalınan filmler kategorisine yerleştirdim.

Bana da geriye, sorularım ve cevaplarımla, Erik Erikson'ın sekizinci evresi, Sisifos, sopasını geri getirmeye çalışan köpek, varoluşun matematiği ve Uxbal'la beraber yaşamaya devam etmek kaldı.

5 Ekim 2011 Çarşamba

Edi ve Büdü

Acaba kendi kuşağımın komiklik anlayışının temelinde Susam Sokağı'nın ne kadar yeri vardır diye düşünüyorum. Ve aşağıdaki diyaloğu hala komik bulabiliyor olmamdan ötürü, payı az olmasa gerek diye de bir kanaate varıyorum.

Edi: Büdü senin en sevdiğin sayı kaç ?
Büdü: 6
Edi: Ama insanın en sevdiği sayı 6 olmaz ki...
Büdü: Neden olmazmış ?
Edi: Bak bir başımız, bir burnumuz var. Her şey birle başlar. İki elimiz, iki gözümüz var. Altının hiç bir özelliği yok.
Büdü: Olsun yine de en sevdiğim sayı 6.
Edi: Ama bir yılda 4 mevsim, bir elimde 5 parmak, bir haftada 7 gün var. 4 ayağı var iskemlenin. 6'nın hiçbir özelliği yok.
Büdü: Olsun ben yine de en çok 6'yı seviyorum. Sevdiğim sayı 6. Hiç biri 6'nın yerini tutamaz.

Sanırım; Pınar'ın bir dönem Kemik, Murrun, Beyn, Dill ve Baarsak'tan oluşan reklamlarını sevmemin altında da, Susam Sokağı'na benzer bir yapıyı temel almaları var.


Midnight in Paris (2011)

Dikkat ! Bu yazı filmi seyretmeyenler için fazlaca önbilgi içermektedir :)

Woody Allen'dan Vicky Cristina Barcelona tadında bir film daha. Çok güzel Paris görüntüleri ve dönem şarkıları eşliğinde, bir masal havası yaratılmış. Her ne kadar konu olarak gerçeküstü öğeleri barındırsa da, masalsılığı açısından bu tür öğeleri barındırmayan Vicky Cristina Barcelona'dan pek farkı yok. Odak noktası ilişkiler değil ama olaylar temel olarak, ana karakter Gil ve Inez'in nişanlılık evresinde Paris'te bulunmaları etrafında gerçekleşiyor. Odak noktası ne derseniz, ben anlam arayışı olarak cevap veririm. Gil, kendi bulunduğu çağı beğenmeyen ve 1920'lerde yaşaması gerektiğini düşünen bir karakter. Yazmaya çalıştığı romanın içinde debelenirken, bir şekilde kendini 1920'lerde ve daha sonra 1890'da bulan Gil, görüyor ki her dönem kendinden önceki dönemleri Altın Çağ olarak adlandırıyor ve aslında 'Altın Çağ' diye bir şey yok. Woody Allen'ın bu Altın Çağ eleştirisinin altında aynı zamanda 'anı yaşamak' la ilgili bir dokundurma da var. Bireylerin geçmişe takılıp kalması ya da bütün yatırımlarını geleceğe yönelik yapmaları sonucu 'anı' yaşamayı ıskalamaları da, söz konusu edilen kendi dönemini beğenmemek ve Altın Çağ'a özenmekle aynı durum aslında. 

Bence filmi güzel kılan en önemli öğe, böyle derin bir konunun, bu kadar 'hafif' bir şekilde işlenebilmiş olması. Gil'in filmde karşılaştığı Hemingway, Fitzgerald, Picasso, Dali gibi karakterlerle olan diyaloglar, akışın geçmiş ve şimdi arasında gidip gelmesi, geçmişe yolculuğun gece 12.00'den sonra, aslında karakterin 'balkabağı'na dönüşmesi gereken bir saatte gerçekleşmesi, yine geçmiş ve şimdi arasındaki görüntü, ışık ve renk değişimleri çok güzel işlenen ayrıntılardı. İlişkiler açısından baktığımızda da kanımca, filmin doruk noktası Hemingway tarafından sarf edilen şu sözlerdi:

''All men fear death. It's a natural fear that consumes us all. We fear death because we feel that we haven't loved well enough or loved at all, which ultimately are one and the same. However, when you make love with a truly great woman, one that deserves the utmost respect in this world and one that makes you feel truly powerful, that fear of death completely disappears. Because when you are sharing your body and heart with a great woman the world fades away. You two are the only ones in the entire universe. You conquer what most lesser men have never conquered before, you have conquered a great woman's heart, the most vulnerable thing she can offer to another. Death no longer lingers in the mind. Fear no longer clouds your heart. Only passion for living, and for loving, become your sole reality. This is no easy task for it takes insurmountable courage. But remember this, for that moment when you are making love with a woman of true greatness you will feel immortal.''

Sinemaya gittiğimizde, Bbi ve ben Nuri Bilge Ceylan'ın Bir Zamanlar Anadolu isimli filmine mi gitsek yoksa bu filme mi diye kararsız kalmıştık. Her ne kadar diğer filmi henüz seyretmemiş olsam da, seçimimi bu filmden yana kullandığım için pişman olmadım :). Woody Allen'ın ellerine sağlık bir kez daha....


2 Ekim 2011 Pazar

Zaz

Kendisiyle tanışmam biraz geç oldu. Sanırım, her yerde çalınmasına son verildikten sonra tesadüfi bir şekilde denk geldim Zaz'a. Başkalarında nasıl bir hissiyat uyandırıyor bilmiyorum ama bende uyandırdığı en temel duygu 'umut'. Albümdeki tüm şarkıları dinlerken, görünürde nedensiz bir umut duygusuna katılıyorum. Belki albümü ilk dinlediğimde hissettiklerimle eşleştirmişimdir ve her dinleyişim o dönemi hatırlatıyordur ya da şarkıların 'enerjisiyle' ilgili bir şeylerdir. Ne olursa olsun, arada dinlemekten çok zevk aldığım şarkılar bütünü.