27 Aralık 2012 Perşembe

Tarafsızlık mümkün mü ?


Bir arkadaşım tarih ve politika kitaplarını okumayı sevmediğini çünkü çoğunun taraflı yazıldığını, tarafsız bir kitaba denk gelmenin çok zor olduğunu söylemişti. Acaba gerçekten tarafsız olmak diye bir şey var mıydı ki ?

İnsan psikolojisinden yola çıkarak 'tarafsız olmak' diye bir şey olduğunu düşünmüyorum. Seçme şansınızın olmadığı bir aileye doğuyorsunuz, diliniz, kültürünüz, yaşama bakış açısınız buna göre şekilleniyor. Zaten hangi aileye doğduğunuza bağlı olarak bir 'taraf' oluyorsunuz. Ve bu 'taraflığın' sizin kim olacağınız üzerinde büyük bir etkisi oluyor, hangi işi seçip hangi konularla ilgili çalışacağınızda bile. Hayat seçimlerinden, tarihin yorumlanması veya politika gibi daha sosyal konularda ise, bu 'taraflılık' durumu daha da ağır basar, çünkü 'taraf' olmak dediğimiz şey aslında sizin dünyaya bakış açınızdır, olayları yorumlayışınızdır. Yeri gelir alacağınız kıyafetin rengini bile buna göre seçersiniz, siz farkında olmadan alt-bilinciniz çevredeki uyaranları da buna göre algılar. 

Ha bu durumda, peki bilim nasıl ilerler ? Bir sav ortaya koyarsınız test edersiniz, yeni bir sav sizin savınızın geçerliliğini yıkana kadar, elde olan sav 'gerçektir'. Pozitif bilimlerde bu daha kolaydır, daha gözle görülür elle tutulur şeylerdir bahsi geçen, en azından içinde matematik vardır, herkesin üzerinde anlaşabildiği evrensel bir dil. Yine de, ortaya çıkan sonuçların 'tartışma' bölümlerinde ele alınma şekilleri, daha üst bir çerçeveden hangi çalışmaya ne kadar kaynak sağlanacağı bile birşeylere 'taraf' olmaktan ibaret. Sırf bilimsel verileri değerlendirmeye almaya çalışsak bile, bilimsel makalelerde yayınlanan sonuçların çoğunun olumlu olması, olumsuz sonuçların genelde yayınlanabilir olmaması bile bir 'taraf'lılık. Peki sosyal bilimlere kayarsak, tarih için diyelim ki belgeler önünüzde açık, yazışmalar, günlükler, kayıtlar....Yine de bunları toplayıp bir bütün haline getirmeniz ve olup biteni anlatmanız gerekir. Eğer işinizi dürüst yapan biriyseniz, bilginiz dahilindeki bütün belgelere ulaşmaya çalışır, ulaşamadıklarınızı ya da bilginiz dahilinde olmayanlar olabileceğini belirtir, yorumlamanızı ona göre yaparsınız. Ya da işinize gelen belgeleri seçer ve o belgeler çerçevesinde bir gerçeklik oluşturursunuz. O da sizin vicdanınıza kalmış olur. Öyle ya da böyle yine tarafsınızdır. Adalete gelelim, ya da yasalara...Onlar da belli bir bakış açısının, belli bir ideolojinin etrafında hazırlanmışlardır. Bu bakış açısının sadece 'insanlığa' (ki insanlık tanımı da bir bakış açısı içerir, ama bir yerde durmak da gerektiğinden oraya girmiyorum) ne kadar uygun olduğunu tartışabilirsiniz. İnsan yaşamına saygı, verilen değer, özgürlükler, vs. Diğer sistemlere göre tarafsızlığı daha yakın olduğu düşülen demokrasi sistemi bile, hangi ülkede hangi ideoloji altında kurulduysa o sistemi korumak için çalışır. Çoğunluğun yönetimi olmaktansa, azınlıkların da temel hak ve özgürlüklerinin aynı şekilde korunduğu bir yönetim biçimidir amaçlanan. Lakin, o sistem içerisinde de, o sisteme karşı olanlar çıkacaktır, ve varolan yönetimin korunması amacıyla o karşı çıkanlara müdahale etmek zorunluluğu vardır, bu da bir taraflılıktır.

Sonuç olarak, ister genlerinizden ister alt-bilincinizin algıladıklarından yola çıkın isterseniz sol-sağ ideolojiye sahip olmak gibi bir genellemeden, neyi temel alırsanız alın, insan doğası gereği 'taraf'lıdır. Ve taraflar kendi 'taraflarının' ağır basması için mücadele ederler. Dolayısıyla, tarafsızlık fikri bile 'taraflılığın' bir başka çeşididir...Gelişim dediğimiz şey de tarafların bu mücadelesi sonucu sağlanır. 


9 Aralık 2012 Dave Matthews Band Konseri

Yağmurlu bir Boston gününde, heyecanlı, hüzünlü ve meraklı bir şekilde konser alanına gittim. Ön grup olarak Jimmy Cliff sahneye çıktı. Eğlencelilerdi, gelenleri Dave Matthews öncesi bir kıvama getirdiler. Sonra saat tam 20.30'ta (ki burayla ilgili en sevdiğim şeylerden biri, konserler çok dakik) Dave Matthews sahneye çıktı ve 5 dakikalık bis arası haricinde hiç durmadan 3 saat boyunca çaldılar ! 

Hissettiklerimi sözcüklerle tam olarak anlatmam mümkün değil, bir duygudan öbürüne geçiş yapıp durdum. Adamlar iyiler ! Gitmeden önce playlistlerine bakmıştım, her konserde farklı bir listeleri vardı. Two Step, Time Bomb ve #41'e denk geldiğim için şanslıyım. Bunların dışında, Broken Things, Drunken Soldier ve The Riff'in canlı versiyonları beni bitirdi. Konser bittiğinde üstümden tam anlamıyla kamyon geçmiş gibiydi zaten bir kaç gün de kendime gelemedim. Şimdiye kadar çok fazla konsere gitmiş biri olarak diyebilirim ki, bu konser kesinlikle ilk üç içindeydi, aslında ilk sırada da derdim ama belleğimin olası oyunlarından dolayı yanılgı payı bırakmak adına, ilk üç diyorum. Her Dave Matthews severin tatması gereken bir deneyim. Umarım isteyen herkesin bir şekilde şansı olur. Günün hatırası olması amacıyla da birkaç bir şey aldım kendime konser alanından, artık İstanbul'a döndüğümde giyer giyer, hatırlar, yad ederim bugünü.

Konserin playlist'i de şu şekildeydi:
  1. #41 
  2. (Dave Matthews song)
  3. Encore:
  4. (Dave solo)

25 Aralık 2012 Salı

Aşktan ve Gariplikten (2012)

Bir yeni albüm de Can Bonomo'dan. Aşktan ve gariplikten. Dinlemesi kolay, akıcı bir albüm. Aslında tam konserlik olmuş, ki varolan şarkılardan bazılarına zaten konserlerden aşinaydım. Açıkçası çok etkilendim diyemeyeceğim, bir önceki albüm kadar vurmadı beni. Yine de aralarda keyifle dinliyorum.



Güneşi Beklerken (2012)

Mor ve Ötesi'nin yeni albümü Güneş'i Beklerken bir hafta kadar önce piyasaya çıktı. Ben de heyecanla bekliyordum. Genelde, sevdiğim diğer grupların albümlerinde olduğu gibi dinledikçe güzelleşen bir albüm. Ya benim ruh halimden ya da sahiden öyle bilemeyeceğim ama bir önceki albümlerine kıyasla duygusal olarak daha yoğun bir albüm sanki. Böyle her şarkı daha bir derinden derinden vuruyor...Örnek olarak hangi şarkıyı buraya ekleyeyim dedim, karar veremedim. Albüm genel olarak, bir önceki albümden Araf ya da Kara Kutu ayarı diyeyim siz anlayın. İstanbul'da konserlerine gitmek için sabırsızlanıyorum...





14 Aralık 2012 Cuma

Detachment (2011)


''And never have i felt so deeply at one and the same time so detached from myself and so present in the world.''

Albert Camus

Bu sözlerle açılan film Adrien Brody'nin etkileyici oyunculuğuyla içine çekiyor sizi. Yalnız içerisi öyle aydınlık değil, bildiğiniz karanlık. Gerçeğin acı karanlığı. Sömürü düzeninin, sevgisizliğin, ilgisizliğin, çöken eğitim ve aile sisteminin sonuçları, birkaç öğretmenin bu gerçekler içinde çırpınışları. Bir insan hem fark yaratır hem de hiç bir şeydir sistem karşısında. Bu açmaz çok güzel yansıtılmış filmde. Adrien Brody'nin canlandırdığı karakter için anne kaybı ve dede-anne ilişkisiyle ilgili yaşadığı travmaların etkileri devam etse de, karakter travma sonrası olgunlaşma/büyümeyi gerçekleştirebilmiş. Aslında filmde vurgulanan en önemli nokta buydu bana göre. Hepimiz acı çekiyoruz, hepimizin sırtında geçmişe ait yükler var, kimimiz o yükleri şu anda yaratıyoruz, aynı düzenin içinde yaşamaya çalışıyoruz; bunlar kabul etmemiz gereken gerçekler. Yine de, yine de bir fark yaratabilir ve kendi hayatımızın sorumluluğunu almaya çalışabiliriz bütün olumsuzluklara ve imkansızlıklara rağmen. 

Henry Barthes: Assimilate ubiquitously. Doublethink. 
Henry Barthes: To deliberately believe in lies, while knowing they're false. 
Henry Barthes: Examples of this in everyday life: "oh, I need to be pretty to be happy. I need surgery to be pretty. I need to be thin, famous, fashionable.". Our young men today are being told that women are whores, bitches, things to be screwed, beaten, shit on, and shamed. This is a marketing holocaust. Twenty-fours hours a day for the rest of our lives, the powers that be are hard at work dumbing us to death. 
Henry Barthes: So to defend ourselves, and fight against assimilating this dullness into our thought processes, we must learn to read. To stimulate our own imagination, to cultivate our own consciousness, our own belief systems. We all need skills to defend, to preserve, our own minds. 



Filmde ikinci önemli vurgu aileler içindi. Çocuk yapmak/sahibi olmak...Bir insanı dünyaya getirmek belki de  'yapmak' ya da 'sahip olmak' gibi eylemlerle tanımlanmamalı. Belki de kullanılması gereken doğru eylem,  'yaratmak' eylemidir, böylece aileler üstlenmiş oldukları sorumluluğun daha çok farkında olabilirler. 'Bir çocuk yaratacağım, sorumluluğum büyük, iyi düşünüp öyle karar vermeliyim'. Her eve üç çocuk kampanyasıyla da, 18 yaşına geldin kapı dışarı anlayışıyla da yürüyecek bir iş değil maalesef bir insan yaratmak. Ömür boyu devam eden bir süreç, emek ve sevgi isteyen. Filmde de, en güzel sahnelerden biri veli toplantısında boş sınıflarda bekleyen ailelerdi. 


Mr. Wiatt: I was in my room for 2 hours and saw one parent. Where are they? Where is everybody? It's uncanny, no air raid sirens, not bombs. It doesn't happen that way. It starts with a whisper, and then nothing. 


Bunların dışında sahneler arası geçişler, yakın çekim görüntüler ve oyunculuklar, tebeşirle çizilmiş görüntü efektleri, filmin diğer artıları. Aslında yazacak birkaç şey daha var aklımda ama onları sonraya bırakıyorum. Uyku zamanı !





9 Aralık 2012 Pazar

Fringe 5.sezon 8.bölüm

Fringe son bölümlerine yaklaşırken, her ne kadar eski tadını vermese de yine de ailecek seyretmeye devam ediyoruz. Ne zamandır da alıntı yapmamıştım, bu bölüm Olivia güzel birşeyler deyiverdi:

"I've seen things that people only dream about. I've seen...the seams between universes ripped apart, things that humans shouldn't see. People make up explanations assign meaning to things without knowing, because it's reassuring. It's comforting. But I can't do that because I know too much."

Ne kadar çok şey öğrenip, ne kadar çok şey deneyimlerseniz, farkındalığınız ne kadar artarsa; geriye dönmek, genel açıklamalarla yetinmek, genel geçer kalıplarla hayatı idame ettirmek de o kadar zorlaşır. Bilgeliğin sorumluluğu ağırdır, ancak taşıyabilecek olana lazımdır...