24 Nisan 2011 Pazar

How I Met Your Mother



Bu diziyi çok seviyorum. Dizinin genel konu örüntüsü, Ted adlı karakterin çocuklarına anneleriyle nasıl tanıştığını anlatmasına ve bu süreçte temel arkadaş grubuyla yaşadıklarına dayansa da, aşağı yukarı her bölüm kendi içinde farklı bir konuyu barındırmakta. Bana dizinin "ana teması" nedir diye "okuduğumuzu anladık mı" tadında bir soru sorsanız, vereceğim cevap "farkındalıklar" olur. Ama yanlış anlaşılmasın, diziyi çok sevmemin nedeni, bu farkındalıklar değil. Bu farkındalıkların nasıl verildiği. O kadar sıradanmış gibi, göze sokmadan, arkadaş ortamında dönen geyikler içinde veriliyor ki bu farkındalıklar, sizi rahatsız etmiyor, en azından başlangıçta canınızı yakmıyor...Bazen fazla abartılmış gibi gelse de, ben o kadar abartı olmadığını sadece, ortam, koşullar, kişilik yapısı gibi nedenlerden dolayı, bizim yaşadıklarımızı bu denli belli etmediğimizi düşünüyorum. Dizi devam ederken, ilişkiler ve hayat da devam ediyor, karakterler değişiyor, büyüyor, başlarına kötü şeyler geldiğinde bir sonraki adımda savunmaya geçiyorlar, korkuyorlar, hata yapıyorlar, eleştiriliyorlar....Ve  siz de dışarıdan bu süreci takip edebiliyorsunuz. Biutiful adlı filmi de seyrettikten sonra, etkileyici yapımların, bizim sanki karakterlerin hayatlarına misafir oluyormuşuz havasını verebilen yapımlar olduğuna karar verdim. 

Dikkat ! Bu kısım dizinin 6.sezon 16.bölümünü seyretmeyenler için bir miktar önbilgi içermektedir :)

Bugün seyrettiğim bölümde Marshall babasını kaybettikten sonra "annesine" destek olma adı altında kendi yas sürecinden kaçıyordu. Bunu da bizim regresyon diye adlandırabileceğimiz bir savunma biçimiyle, (yetişkin olarak başedemediğimiz/başetmek istemediğimiz olaylarda gelişim sürecimizin bir önceki evresine atlamak - örn. çocuklarda, kardeşi olan 10 yaşında bir çocuğun altını ıslatmaya başlaması) bilgisayar oynamak, annesinin onunla ilgilenmesini sağlamak gibi ergenlik dönemine ait davranışlarla gerçekleştirdi. Daha da güzeli ilişkisel anlamda birşeylerden kaçan Ted'in de onun yanına gelerek, aynı ruh haline girmesiydi. Etkileyici kısım ise, Marshall'ın Ted'in durumuyla ilgili "Geri adım atmıyorsun, kaçıyorsun, burada gizleniyorsun ama burada gizlenmek hiçbirşeyi çözmez, Minnesota'da saklanıyorsun çünkü gerçekle yüzleşemeyecek kadar korkuyorsun" dediği anda, söylediklerinin aslında kendisi için de geçerli olduğunu farketmesiydi...İşte neredeyse her bölüm, buna yakın farkındalıklar içeriyor...Çooook klişe olacak olsa da, "güldürürken farkettiren bir dizi" tanımlamasını yapmadan geçemeyeceğim...Başta dediğim gibi genel bir konusu olduğu halde, bölümlerde işlenen temalar değiştiğinden ve de halihazırda 6 sezonu bulunduğundan, istenildiğinde, herhangi bir bölüm sıkıcı olmadan tekrardan seyredilebiliyor....Bu da diziyle ilgili sevdiğim bir diğer özellik...Hiç yoktan eğlenceli yahu, tavsiye olunur :D. 

    18 Nisan 2011 Pazartesi

    Kerem Gibi

    Genco Erkal ve Nazım Hikmet. Tüyleri diken diken eden bir ikili. Aralıksız devam eden 1.5 saat hiç bitmesin istedim, ama hiç bitmese duygu ve düşüncelerim bu yükün altından kalkabilir miydi ? Sanmıyorum. Sadece 1.5 saatin sonunda bile zihnimde saatlerce, duygularca, düşüncelerce dönüp durdu bu oyun. İnsanlığa ve yaşamaya olan inancın paylaşıldığı ender mutluluk anlarından, bu paylaşımın ait olduğu azınlığın umutsuzluğuna doğru sürüklendi zaman.

    9 Nisan 2011 Cumartesi

    Kraliçe Lear

    Çok sevilen bir dostla, sıcak bir paylaşımın ardından gelen "Kraliçe Lear"in etkisi, üstüne uyuduktan sonra daha da arttı. Yıldız Kenter'in yönettiği, Sedef Şahin ve çellist Feride Berin Varol'la aynı sahneyi paylaştığı oyunun yazarı Eugene Stickland. Yaşlılık, üretim, gençlik, hatırlama/unutma konu başlıkları altında, Kral Lear rolünü oynamaya hazırlanan 80 yaşındaki bir oyuncuyu, ona ezberinde yardım etmeye çalışan bir genç kızı ve oyuncunun zihninde kendisine eşlik eden iç sesini izleriz oyun boyunca. 90 dakika boyunca ara vermeden oynanan oyunda; unutma,

    "Biliyor musun Heather? Hiçbir şey benim denetimimde değil. O an sadece ses duyuyorum. Ezberlediğim sözcükler kendiliğinden dökülüyor ağzımdan sonra bakıyorum hatırlamak istediğimde hiçbiri yok, bir boşluk, beyaz bir kâğıt gibi. Onun yerinde sadece bir ses, ses duyuyorum.”

    ve yaşlanma

    “Yaşarken yaşarken bir de bakarız, görünmez bir sınırı aşarız. Bir süre idare edilir böyle. İnsan bir de bakar, 40'lara gelmiş. Başlarız kendimizi kandırmaya. Kremler, losyonlar, nafile. Denizin dalgalarını ellerimizle itmeye çalışırız. İlk kokladığımızda havayı ağlarız doğduğumuza, geldiğimize bu budalalar sahnesine, sonra da ölürüz orada. Gençliğin varken, yaşa onu dolu dolu. Gençlik sonsuz değil çünkü.”

    sade ama oyunculukların kattığı derinlikle ustaca verilmiş. Dekor ve ışıklandırma da çok başarılıydı. Özellikle Jane ve Heather'ın Kral Lear ve Cordelia'yı canlandırdıkları son sahneyi yoğun duygular içerisinde seyrettim. Sadece bu sahne için bile oyun seyredilmeye değer. 

    Münir Nurettin Selçuk



    "İstanbul'u sevmezse gönül aşkı ne anlar
    Düşsün suya yer yer erisin eski zamanlar
    Sarsın bizi akşamla şarap rengi dumanlar"

    Dinledikçe dinleyesim gelen, 1901-1981 yılları arasında yaşamış olan besteci ve "ses icrâcısı", etkileyici insan. Her ne kadar küçüklüğümde, babaannem ve dedemle geçirdiğim zaman içerisinde açık olan radyoda dinlediklerimden bir kulak dolgunluğum olsa da, çağ ne olursa olsun, "zamanı" geldiğinde herkesin büyük keyif alabileceğine inandığım, inanmak istediğim Klasik Türk Müziği'ne ait en büyük isimlerinden biri. Sesi ve besteleri, bestelerinde kullandığı şiirler, sanki düşünceleri atlayarak direkt duygulara hitap ediyor. Nota, ses ve sözlerdeki samimiyet, paylaşım, kültürümüze ve ait olduğa çağa ilişkin öğeler hem bu türü hem de özel olarak Münir Nurettin Selçuk'u benim için oldukça değerli kılmakta. Normalde sevdiğim parçaları fonda  dinleyebiliyorken, Münir Nurettin Selçuk'un eserlerini özellikle kendi sesinden dinlediğim zaman, fon olarak kullanamıyorum. İşi gücü bırakıp, tercihen çayla beraber, pencereden dışarısını seyre dalasım geliyor. Özellikle İstanbul'a olan tutkusu ve bu tutkusunun eserlerine yansıması da (örn. Aziz İstanbul - Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!, Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer - söz: Yahya Kemal Beyatlı), şahsım tarafından takdire şayan bulunmaktadır :). Bu bağlantıda yaşamı ve eğitimiyle ilgili geniş bir inceleme yer almakta. Ayşe Kulin'in, Münir Nurettin Selçuk'un yaşam öyküsünü anlattığı "Bir Tatlı Huzur" adlı bir kitabı da bulunmaktaymış. 

    8 Nisan 2011 Cuma

    tesadüfler ve elfler...

    Rutin yaşama kısa bir ara verdikten sonra bünye hayata, bıraktığı sorumluluklar ve koşullar çerçevesinde devam edecektir. Verilen bu ara boyunca yaşanan tesadüfler ise incelemeye değerdir. İlk olarak, bir önceki yazımda değindiğim geçmiş ve şimdi ilişkisine şöyle bir alıntıyla bir ekleme daha yapmak gerek:
    "Geçmişin bir kesitini hatırlama deneyimi sadece bir anıya ilişkin bellekte saklı olan görüntüyü akla getirmeye dayanmaz. Bunun yerine, bir hatırlama duygusu iki imgenin karşılaştırılmasından doğar: biri şimdide, biri geçmişte olan. Üç boyutlu dünyanın görsel olarak algılanmasının iki gözden edinilen bilginin birleştirilmesine dayanması gibi, zamandaki algı - hatırlama - da şimdiye ve geçmişe ait bilgileri birleştirmeye dayanmaktadır. Ünlü Proust uzmanı Roger Shattuck bunu şöyle açıklamaktadır: 'Proust zamanı görmemizi sağlamaya çalıştı...Bir şeyi yalnızca hatırlamak, hatırlanan imge, aynı nesnenin ya da nesnelerin şimdiki zamandaki görüntüsüyle birlikte düşünülmedikçe anlamsızdır. Gözlerimiz gibi belleklerimiz de çift görmelidir; o zaman bu iki görüntü akıllarımızın içinde gerçekliğe ilişkin daha yüksek bir kavrayış yaratmak üzere birleşirler'." (Belleğin İzinde; beyin, zihin ve geçmiş, Daniel L. Schacter)

    Yukarıda verilen ve bu konu kapsamında şimdiye kadar edindiğim bilgiler, oluşturduğum düşünceler zemininde tesadüflere yakından bakınca, tesadüf olmadıklarına, belki çok küçük neden-sonuç parçacıklarına indirgenebilecek, her bireyin hem kendi içinde hem de bir etkileşim içerisinde gerçekleştirdiği eylem bütünlükleri olduklarına karar kıldım. Dikkat, algı, algıda seçicilik, hatırlama, hatırlama süreçlerinin şimdiden ve önceki anılardan bağımsız olmaması, bu işlevlerin büyük kısmının bilinçdışında yürütülüyor olması ve bunların sadece bir bireyde değil, tüm etkileşimde olan bireylerde de bir alış-veriş şeklinde devam etmesinden ötürü; tesadüfler, değişken sayısının çokluğundan gözlemleyebileceğimiz ve öngörebileceğimiz olgular olmaktan çıkmakta. Ancak, bu durum yine de tesadüflerin gizemli bir bilinmeyen yerine sadece tam olarak çözülemeyen algoritmalar olabilmeleri olasılığını değiştirmiyor. Peki bu nokta, tesadüfleri mekanikleştirip, "modernite" altında romantik çağın büyüsünden uzaklaştırıyor mu ? Bence hayır...Tesadüfler hala büyülü, hala güzel...Sizi etkileyen "tesadüf" her neyse, yaşadığınız süre boyunca, o "tesadüf"ü yaşayacak şekilde kendinizi var etmek ve bu yolda önemli/önemsiz, büyük/küçük seçimler yapmak, aynı şeyleri dünyanın herhangi bir yerinde başka bir insanın/insanların da yaptığını düşünmek ve sonunda ortak bir noktada buluşabilmek bence yeteri kadar büyülü...