15 Aralık 2011 Perşembe

Hugo (2011)

Emek sineması - 1924
2011'in bu son günlerinde, bu kadar etkileyici bir filmle karşılaşmayı beklemiyordum...Sanırım en son Black Swan (2010) beni bu kadar etkilemişti. Filmde emeği geçen herkese, yedinci sanat adına teşekkürlerimi sunmak isterim. Özellikle İstanbul'da Emek Sineması'nın yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu bu günlerde, Martin Scorsese'nin unutulmanın eşiğinde olan 'emeğe' saygısının bir göstergesi adeta...

Film; Brian Selznick'in, sinemanın öncülerinden Fransız Georges Melies'nin hayatından esinlenerek yazdığı 'The Invention of Hugo Cabret' adlı romanının bir uyarlaması. Yönetmen, Martin Scorsese. Oyuncular, Ben Kingsley, Asa Butterfield, Sacha Baron Cohen, Chloe Grace Moretz ve Christopher Lee. 


Dikkat ! Bu yazı filmi seyretmeyenler için önbilgi içermektedir :)

Oyunculuklar açısından şunu söyleyebilirim, filmi seyrederken bir an bile filmin büyüsünden uzaklaşmadım. Yer yer gözlerim doldu, yer yer öfkelendim, ama hep filmin içindeydim. Ben Kingsley'in oyunculuğunu hep iyi bulmuşumdur fakat bir türlü ısınamamışımdır kendisine..bu filmde bunu da aştım.. Asa Butterfield'e ve de diğer oyunculara diyecek bir şey bulamıyorum. Nefis...

Konuya gelince, filmde benim için önemli olan iki farklı odak noktası vardı. İlki; insanın ve ilişkilerin temel alındığı bir bakış açısı. Georges Melies'nın hayatının anlamı olan sinemadan, koşullar gereğiyle ayrı düşmesi ve çözüm olarak da geçmişini unutmayı seçmesi, aslında hepimizin hayatlarımızda az veya çok varolan bir gerçeklik. Şimdinin anlamsızlığı ya da yitimiyle, geçmişi unutarak başa çıkmaya çalışmak. Ve her bastırılan yaşantıda olduğu gibi bir şekilde unutulmaya çalışılan şeylerin bir yerlerden patlak vermesi, adeta yolda yürürken paçamıza tutunarak, arkamızdan sürüklenmesi...
Peki ya, onca emek harcadığınız, yeni bir sanat dalında imza attığınız ilklerin yok olması ya da unutulması ? Bu dünyaya bıraktığınızı sandığınız bir parçanızın, sonraki kuşaklara aktarılacak bir çeşit 'ölümsüzlüğün' ellerinizden kayıp gitmesi ?  Filmi seyrederken, şahsen ben bu acıyı hissedebildim...bu da filmle ilgili ayrı bir başarı...


Hugo'nun dünyasına gelirsek, ilk göze çarpan şey, babasını kaybeden bir çocuğun yalnızlık ve bu kayıpla başa çıkmak için bulduğu bir mekanizma: otonom. Babasıyla birlikte tamir etmeye çalıştıkları otonomun tamirini tek başına tamamlamaya çalışan Hugo, otonomu babasından kalan tek şey olarak görmekte ve otonomu çalıştırabilmesini babasıyla bir nevi tekrardan buluşması olarak değerlendirmektedir. Otonom dışında ise, tren garındaki saatleri kurmakta ve babasından öğrendiği gibi bozuk olan mekanik şeyleri tamir edebilmektedir. Aslında, yalnızlıkla başa çıkma  ve 'varolma' çabasında, tamir etmek onun için yaşamının anlamıdır:

Hugo Cabret: I'd imagine the whole world was one big machine. Machines never come with any extra parts, you know. They always come with the exact amount they need. So I figured, if the entire world was one big machine, I couldn't be an extra part. I had to be here for some reason.

Tren şefi içinse başka bir gerçeklik vardır. Kendi de bir yetim olan ve savaşta tek ayağı sakatlanan tren şefi kaybettiklerinin acısını, varolan düzeni eksiksiz bir biçimde sürdürmeye ve de diğer yetimleri yakalayıp yetimhaneye göndermeye çalışarak telafi etme yoluna gitmiştir. Belki zaman zaman, hepimizin bir şekilde başkalarına yansıttığımız acılarımız, öfkelerimiz;  'başkaları da benim çektiklerimi çeksin' düşüncelerimiz, kendimize izin vermediğimiz şeyleri başkalarında gördüğümüzde yargılayarak, görmezden gelmeye çalıştığımız yaşantılarımız gibi...

Le Voyage dans La Lune
Filmde, benim için önemli olan ikinci odak nokta ise sinemaydı. Hem kişisel hem de akademik hayatının büyük bir kısmını sinemayla yaşayan bir sinemasever olarak, sanki bir zaman makinesinde sinemanın ilk ortaya çıktığı 1900'lü yılların başına gittim ve seyrettiklerim gerçekti. Tabii, bunda Augueste ve Louis Lumiere kardeşlerle başlayan sinema serüveninde gerçekten de çekilen ilk filmler olan Trenin Gara Girişi, Fabrikadan Çıkan İnsanlar, The Kiss ve Safety Last gibi filmlerden bölümler seyrediyor olmamın payı büyüktü. Hele ki, filmin sonunda Melies'in sinemaya nasıl başladığına dair yer alan bölümde; Melies'in ilk kamerasını yapışını, filmlerini çektiği stüdyosunu, kostümleri, kendi oyunculuğunu ve dekorları nasıl oluşturduğunu görmek inanılmazdı. Üstelik bunlara bir de Melies'in kurtarılabilen filmleri, özellikle Ay'a Seyahat eklenince, adeta heyecandan gözlerim doldu. Kariyerine sihirbazlıkla başlayan ve sonrasında sinemanın öncüleri arasında yer alacak olan Melies'nin yaratım serüvenini bir kurgu hikaye içerisinde dahi seyretmiş olmak, benim için oldukça anlamlı bir deneyimdi. 

Martin Scorsese, çok önemli bir başarıya imza atmış. Görüntüler, geçişler, özel efektler, renk kullanımı, hepsi çok yerli yerindeydi. Film, genel atmosfer olarak, Amelie (2001) Ratatouille (2007) ve The Imaginarium of Doctor Parnassus (2009) arası bir izlenim bıraktı bende...Ayrıca,  filmi 3D seyrettim ve o açıdan da Hugo, gayet iyiydi. Filmin müziklerini de sevdim. Özellikle, Erik Satie'den Gnossienne No:1'in kullanıldığı farkettim. Sanırım şimdiye kadar bu parçanın kullanıldığı ve sevmediğim bir filme denk gelmedim. Chocolat (2000) ve yine Ben Kingsley'in oynadığı Elegy (2008) adlı filmde de vardı bu parça....

Kapanışı ise, sinemanın büyüsüne ithafen filmdeki bir replikle yapmak istiyorum:

Georges Méliès: If you ever wonder where your dreams come from, look around: this is where they're made.



Hiç yorum yok: