26 Temmuz 2012 Perşembe

Dark Knight (2008) vs. Dark Knight Rises (2012)

Dikkat ! Bu yazı filmleri seyretmeyenler için fazlaca önbilgi içermektedir :)

Geçen hafta bir heyecan Dark Knight Rises'a gittim. Onun yorumuna geçmeden önce biraz buradaki sinema deneyimlerimden bahsedeyim. Gördüm ki güzel ya da kötü salon deyip geçmemek, kültürel uygulamalara dikkat etmek gerekmiş. Birincisi, burada yaşayanların bir klima takıntısı var. Tamam klima güzel birşey, havalar çekilmez olduğunda hayatı çekilir hale getiriyor da, kuzey kutbu ayarında açmanın ne anlamı var hala keşfedemedim. Bu durumdan en fazla nasibini alan yer de sinema salonları. Sinemaya gitmeye karar verdiğim gün resmen buna göre giyiniyorum. Ya uzun bir etek ya da pantolon ve muhakkak bir hırka !. İkincisi ise, ben alışmışım sinema aralarına, efenim tuvalete gidersin, mısırını alırsın, içeceğini tazelersin vs. Yok kesintisiz tüm film. Avrupa'da da öyle olduğunu biliyorum, acaba keyfine düşkün bir millet biz miyiz ? Üçüncüsü de alınan biletlerde yer belli olmuyor, erken giden kapar hesabı...E bir açıdan güzel de, stres yaratıyor insanda bu bir, bir de popüler bir filmse, filme saatinde gittiğinizde güzel bir yere sahip olma şansınız çok düşük. Velhasıl, sinema düzenine de bir uyum süreci gerekti :)


Filme gelirsek, evet bir heyecan gittim. Ne yazık ki filmden çıktığımda, niye dedim kendi kendime...niye güzel bir hikaye klişelerle sıradanlaştırılır...Bir kaç gün sonra bari Dark Knight'ı tekrar seyredeyim dedim, en son seyrettiğimden beri oldukça vakit geçtiğinden, aklımda bayağı beğendiğim kalmıştı sadece...Dark Knight'ı seyrettikten sonra Dark Knight Rises'a neden tepki verdiğimi daha iyi anladım...Heath Ledger'ın oyunculuğu olsun, filmin karanlık havası, Joker'in felsefesi, hikayenin kurgusu olsun, Dark Knight Rises'ın aksine bu film olmuş. Dark Knight Rises'da iyi oyunculuk diyebileceğim bir tek Anne Hathaway vardı açıkçası...Marion Cotillard bence sadece gözükmüş filmde...Bir de yani, şehri yok edecek nükleer bomba, Batman'in hava aracıyla bombayı sağa sola çarpa çarpa yerde sürükleyerek denize götürmesi, bombanın patlaması, insanların sanki bomba denizde patladı diye kendilerine bir zarar gelmeyecekmiş gibi sevinmeleri ve Batman'in hayatta kalma olasılığı gibi film sonu klişeleri benim açımdan can sıkıcıydı...Belki fazla sert olacak ama 'Freedom' diye bağıran birilerini de beklemedim değil filmin sonunda...Bunlara rağmen imdb'de nasıl 9.1 olarak gözüküyor şu anda onu da pek anlamış değilim...

Far North (2007)

Yanımda getirdiğim harici diskteki filmlerin çoğunu seyrettiğim için, film seyretme işini internet üzerinden yapmaya başladım. Hulu adlı sitede ara sıra popüler, çoğunlukla da klasik ya da kıyıda köşede kalmış filmleri ücretsiz olarak seyredebiliyorsunuz. Geçenlerde Far North (2007) adlı filmi seyrettim. Yönetmenliğini Asif Kapadia'nın yaptığı filmin senaryosu Sara Maitland'ın 'True North' adlı hikayesinden uyarlanmış. Başrollerde ise Yüzüklerin Efendisi'nden Boromir karakteriyle hatırlayabileceğiniz Sean Bean ve Kaplan ve Ejderha filminden hatırlayabileceğiniz Michelle Yeoh var. 

Konusuna değinmeden önce filmin görselliğinden bahsetmek gerek. Film, belgesel tadında etkileyici kutup manzaralarıyla bezenmiş. Uçsuz bucaksız buzu seyretmek bir yandan sonsuzluk algısını harekete geçirirken bir yandan da o uçsuzluktaki boşluk, tek başınalık algısını harekete geçiriyor. Zaten film de iki kadının bu uçsuzlukla yalnız başlarına mücadele etme çabası üzerine kurulmuş. Hikayenin seyrinin değiştiren olay ise, bu mücadeleye bir erkeğin ansızın dahil olması. 

Aslında tüm film boyunca gördüğümüz varolma çabası filmin sonlarına doğru zirve noktasına ulaşıyor. Çok bilinen bir film olmadığı için seyretmek isteyenleri düşünerek detaylara girmiyorum. Belki bu yazıyı yayınladıktan bir süre sonra geri dönüp daha detaylı yorum yapabilirim. Psikolojik açıdan bir sürü yoruma açık, bana yer yer Persona (1966) filmini hatırlatan bir hikaye. 










19 Temmuz 2012 Perşembe

Dream Theater konseri ve kültürel farklılıklar

Geçtiğimiz pazartesi günü Dream Theater konserine gittim. Grubun gittiğim ilk konseri 2007 civarı İstanbul Park Orman'daydı, ikincisi Boston'ın okyanus kıyısında oldu :). Buradaki ilk açıkhava konserim olduğu için organizasyon ve yer konusunda meraklıydım. Mekan olarak çok güzel bir yerdeydi, okyanusun kenarındaki limanlardan birinde. Oturalacak yerler numaralıydı ve adım başı size yer gösterecek ya da soru sorabileceğiniz birileri vardı. Seyirci kitlesi genelde siyah dream theater tişörtlü erkeklerden oluşsa da Türkiye'de göremeyeceğiniz kadar da orta yaşlı ve üzeri insan vardı. Ön grup, King Crimson parçalarını çalan Crimson ProjeKct'ti ve kendilerini oldukça başarılı buldum. Onlardan bir yarım saat sonra sahneye Dream Theater çıktı, açılış parçaları son albümleri A Dramatic Turn of Events'ten Bridges in the Sky'dı. Benim en çok keyif aldığım şarkı ise biste çaldıkları Metropolis'ti. 



Yazının başlığında yer alan kültürel farklılıklara gelince...her ne kadar konsere gitmiş olsam da zihnim boş durmadı tabii...Bir kere herşey saatinde başladı ve saatinde bitti. Oraya vardığımda ön grup sahneye çıkmıştı ve seyirciler oturarak seyrediyorlardı. Kendi kendime Dream Theater konseri de oturarak dinlenmez ki, nasıl olacak dedim, neyseki Dream Theater çıkınca seyirciler de ayaklandılar...Tabii Türkiye'deki sistem nedir; böyle bir konserde, fiziksel sınırlarla ayırmadığınız sürece, bir noktada herkes sahnenin önüne doğru kaynamaya başlar. Burada ise, konser başladığında herkese neredeyse, bittiğinde de oradaydı. Konser sırasında görevliler etrafta dolaşarak, fotoğraf ve video çekmeye çalışanları engellediler. Bizim için bu uygulama genelde biletlerin üzerinde yazan uyarı şekliyle kalır. Bunlar konserden izlenimlerimdi, genel olarak günlük hayatta gördüğüm de aynı şekilde, herkesin kurallara son derece uyduğu...4 Temmuz kutlamalarında, havai fişek gösterisinden önce, koskoca nehir kenarındaki çimlik alanda, bir uyarı anonsu yapıldı. Yirmi dakikaya yağmur yağacağı, bu yüzden havai fişek gösterisinin yarım saat ertelendiği ve herkesin sığınacak bir yerlere gitmesi gerektiği belirtildi. Alan tahliye edildikten sonra da girişleri kapatıldı...Herkes bir yarım saat bekledi, yağmur yağmadı ve alana girişleri tekrar açtılar. Havai fişek gösterisinin başlamasından bir beş dakika sonra ise yağmur başladı, gösteriye devam ettiler. Yağmur da, ılık yoğun yaz yağmurlarından biriydi. Şemsiyesi olmayanlar bayağı ıslandılar. Türkiye'yi düşünüyorum, yağmur yağacak diye bir alanın boşaltılması, insanların da kalkıp gitmeleri sonra da dönmeleri pek olası değil. 

Toparlayacak olursam, bu herşeyin bir getirisi ve götürüsü var durumu. Rahat rahat konser dinlemek keyifliydi inkar edemeyeceğim ama atmosfer de ne kadar sıcaktı derseniz, eh işte. Havai fişekler, 4 temmuz kutlama şekli, açık alan çok güzeldi, ama bir yaz yağmuru için de, uzaylılar işgal etmişçesine alanı boşaltmak zorunda kalmak hoş gelmedi. Vardığım kanı şu, kurallar ve kurallara uymak ve denetim belli bir rahatlığı sağlıyor düzenden ötürü. Lakin bu kadar düzenin olduğu yerde de yaratıcılık ve pratiklik kayboluyor. Türkiye'deki kargaşa durumunda ise yaratıcılık ve pratiklik tavana vuruyor belki ama kaos da hüküm sürüyor. Buradaki dördüncü ayımı tamamlarken tercihim hala kaostan yana. Her kurala uymak, ya da herşeyin bir kuralı olması ve bu kadar düzen beni azıcık geriyor :). Yine de, 4 temmuz kutlamalarında ya da geçenlerde gittiğim açıkhava sinemasında olduğu gibi, insanların her buldukları çimde mangal yapmadığı (!), kimsenin kimseye karışmadığı, herkesin rahatça davranabildiği ortamları özleyeceğim Türkiye'ye döndükten sonra, hele ki Türkiye'de şu sıralarda olan bitenler göz önünde bulundurulursa...

14 Temmuz 2012 Cumartesi

Black Mirror (2011)

22.03.2012
Charlie Brooker tarafından yaratılan 3 bölümlük mini dizi Black Mirror'la, 3. bölümünü tavsiye eden bir tweet sayesinde tanıştım. Sondan başa doğru seyrettiğim 3 bölümden bayağı etkilendim. Beğeni derecelendirmemse yine sondan başa doğru oldu. Her bölüm aslında kısa bir film tadında, önceki ya da bir sonraki bölümle bir bağlantısı yok. Diziyle ilgili olarak Brooker şunları demiş: "Each episode has a different cast, a different setting, even a different reality. But they're all about the way we live now – and the way we might be living in 10 minutes' time if we're clumsy." Ayrıca dizinin 'The Twilight Zone' ve 'Tales of Unexpected' karışımı bir kurgusu olduğundan da bahsedilmiş. Genel olarak da yaşadığımız dönemde teknoloji ve bilişimle yaratılan  toplumsal dönüşümün bir eleştirisi diyebiliriz. 

1. bölüm seyretmesi biraz zor bir bölüm. En azından ben oldukça gerildim. Anladığım kadarıyla da hedeflenen şeylerden biri de bu gerilim duygusunu yaratabilmek. İkinci bölüm de gerginlik konusunda fena değildi. Favorim olan üçüncü bölümse seyretmesi daha rahat bir bölümdü. Konusu itibarıyla da en çok bu bölüm ilgimi çekti. Bireyler kulaklarının arkasına, yaşadıkları herşeyi kaydeden bir çipin yerleştirilmesi sonucu,  anılarını kendi gözlerinde ya da bir ekranda tekrar tekrar seyredebilmektedirler. Bu  özellik etrafında da, hikayede yer alan karakterin hayatında değişim yaratan bir kesit sunulmuş.

Yaşadığımız herşeyi kaydedebilseydik, bu bir armağan mı olurdu, yoksa bir lanet mi ?
Bellek ve algıyla ilgili yapılan çalışmalardan, zihnimizin anılarımızda yer alan bazı boşlukları dolduracak şekilde, hatta bazı şeyleri de yeniden yaratacak şekilde çalıştığını biliyoruz. Ayrıca bireyler, dış dünyayı kendi kişilikleri çerçevesinde algılama eğilimindeler. En başta yer alan dünya bilgisi, ortada yer alan algılama süreçleri ve etrafımızdaki uyaranlar bir döngü şeklinde birbirlerini etkilemektedirler. Var olan dünya bilgimiz sonucunda, algılayacağımız uyaranları seçerken, bir yandan da maruz kaldığımız uyaranlar dünya ve kişiliğimiz hakkındaki bilgilerimizi sağlar. Aslında yaşamda değişimi sağlamak, bir nevi bu döngüye müdahale edebilmektir. Zor da olsa..

Bellek dediğimiz şeyin de bir defteri varsa, o deftere kendi seçtiklerini yazar, bazen bazı şeyleri yazmamayı seçer, bazen de yoktan var eder. Bu tutarsızlıklara rağmen, dizide olduğu gibi herşeyi kaydeden bir bellek yerine, 'kafasına' göre davranan belleği tercih ederim. Unutmak, çarpıtmak, seçici hatırlama gibi sistemler, abartılmadığı sürece güzel savunma mekanizmalarıdır. Bünyenin yalın ve çoğunlukla acı olan gerçeklerle başa çıkabilmesini sağlar. Biraz farkındalığı olan bireylere, bilinçaltında neler dönüp bittiğiyle ilgili çok güzel bilgi verir. Bir olay ya da kişiyle ilgili sürekli unutulan anılar, neyin bastırıldığını; sürekli yapılması unutulan bir iş, neyin yapılmak istenmediğini defteri okumasını bilenlere notlar halinde sunar. Ha kötü yönleri yok mudur ? Vardır elbet, bir kavgada söylenmeyen şeyleri söylendi olarak hatırlamak, ya da unutmayı, 'ben bunu unutuyorum demek ki umursamıyorum gibi algılamak', olayları kendi istediğiniz yönde şekillendirecek gibi hatırlamanın olumsuz yönleri vardır. Yine de tercihim yalın gerçeklikler yerine, seçilen gerçeklikler...bizi biz yapan kurgular.

Ekleme:

Dizinin 3.bölümünü yazanlar bu gelişmenin farkındalar mıydı bilmiyorum ama bir süredir zaten böyle bir araştırma yapılıyormuş Through the wormhole'un yeni bölümünde gördüğüme göre. 24.dakikadan sonra bu araştırmayı anlatıyor aşağıdaki video...




6 Temmuz 2012 Cuma

Higgs Boson

Cern'den gelen bilgiler ışığında Higgs Boson'u bulunmuş gibi duruyor. Aşağıda Higgs Boson'uyla ilgili fikir verebilecek ingilizce iki video yer almakta.