16 Aralık 2011 Cuma

Siyah kuğu...


Dikkat ! Bu yazı filmi seyretmeyenler için fazlaca önbilgi içermektedir :)

Uzun zamandır beklediğim ve illa sinemada seyredeceğim dediğim bu filmi nihayet seyrettim. Açıkçası hayalkırıklığına uğradım. Nedense beklentilerimi daha varoluşsal vurguların yapıldığı (yapılmıyor değil sadece tarzı farklı), belki beni daha muallakta bırakacak bir filme göre ayarlamıştım. Karşıma ise, yüzde yüz patoloji anlatan (meslek yüzünden bu kısım bende çok ön plana çıkmış olabilir tabii ki), hem de çok iyi anlatan, psikolojinin belli alanlarında ders anlatılırken kullanılabilecek bir film çıktı. Aronofsky'den oldukça etkileyici bir film. Natalie Portman, zaten söyleyecek çok birşey bırakmamış...

Film annesi tarafından beyaz bir kuğu olarak yetiştirilen Nina'nın içindeki siyah kuğuyu keşfetme ve ortaya çıkarma sürecini anlatıyor. Annesinin Nina için kendi bale kariyerinden vazgeçmesi; gerçekleştiremediği hayalini kızının üstünden gerçekleştirmeye çalıştığı ve başarı hissini yaşarken bir yandan gizli kıskançlığının zaman zaman su yüzüne çıktığı bir süreç haline gelmiş. Kızıyla ayrışamayan annenin, kızının hayatını "bale disiplini" altında kontrol etmeye çalıştığını, Nina'nın da hayatını, kendine zarar vererek (tırmalayarak/kusarak), vücudu yoluyla kontrol etmeye çalıştığını görüyoruz. 

     Bu tür kendine zarar verme davranışı, literatürde travma ve taciz gibi yaşantılarla, madde kullanımı, yeme bozuklukları, düşük öz-saygı ve mükemmeliyetçilik gibi öğelerle beraber görülebiliyor. Hayatlarında başka türlü kontrolü sağlayamadıkları algısına sahip bireylerin; yaşamdaki kaygı ve stress kaynaklarıyla başetme, herhangi bir şey hakkında kendilerini "söz söyleyebilecekmiş" gibi hissetme yolları. Filmde, bu öğelerden biri olan mükemmeliyetçilik, kendi hayallerini kızına yansıtan annenin ve mesleğin "mükemmel" dansçı beklentileri, Nina'nın da içselleştirdiği "mükemmel olmalıyım" sesleri olarak çıkıyor karşımıza. Mükemmel bir dansçı ve herşeyini annesiyle paylaşan, yetişkin ama çocuk Nina olmak adına hayatın renklerinin, duyguların baskılandığı bir düzen. Nina için bir süre boyunca herşey yolunda gidiyor...her ne kadar çevresinde "frijit" olarak tanınsa, odasında kendine ait bir mahremiyeti olmasa, cinsellikten uzak dursa ve odasındaki oyuncaklardan, mesleğine kadar annesinin seçtiği şekilde yaşasa da...Dönüm noktası ise beyaz kuğu ve siyah kuğunun aynı vücutta yorumlanması gerekliliği oluyor. İşte o noktada, "The only person standing in your way is you" ya da "Perfection is not just about control. It's also about letting go. Surprise yourself so you can surprise the audience." gibi sözlerle karşılaşan Nina, isyan etmeye başlıyor...
Bu sözler, yönetmenin kendisinde uyandırdığı cinsel çağrışımlar ve rekabet hisleriyle, ruhu ve gözleri kanlanan Nina gri tonlara geçmeden, beyazdan siyaha geçmek zorunda. Bu bir savaş. Zaten uzun zamandır kendisiyle savaşan Nina, şimdi bunu aynaların önünde daha da sarsıcı bir şekilde yapmak mecburiyetinde. Ve seyirci bu savaşa çok etkileyici bir biçimde tanık oluyor. Nina, kendini daha çok tırmalamaya başlıyor, halüsinasyonlar ortaya çıkıyor, annesine isyan ediyor, odasının düzenini değiştiriyor, bir parça mahremiyet yakalayabildiği banyo dışında, kendi odasını da kullanmaya başlıyor, cinselliğini keşfediyor....Lakin, herşey yine mükemmel olabilmek adına...çünkü Nina'nın bildiği/öğrendiği/kendisinden beklenilen varolma yolu bu..Ya ödediği bedel ? Filmin sonunda, Nina bu savaştan galip olarak çıkıyor, tüm tutkusuyla dans eden bir siyah kuğu olarak. Herkes memnun. Seyirciler ayakta alkışlıyor, annesinin gözleri sevinçten mi üzüntüden mi bilinmez bir şekilde dolmuş durumda, yönetmen gördüğü siyah kuğunun tutkusuna hayran...Muhtemelen hayatına ya da kariyerinin bir bölümüne mal olan bu zaferde, Nina içindeki beyaz kuğuyla beraber zincirlerinin bir kısmını kırarken, aslında yerlerine sadece yenileri eklediğinin farkında olmadan şu son sözleri sarfediyor:

Thomas Leroy: Nina, what did you do? 
Nina: I felt it. Perfect. I was perfect. 

15 Aralık 2011 Perşembe

Varoluş ve Psikiyatri



Kitapçılarda dolaşırken, psikolojiyle ilgili raflarda rastladığım kitaplar çerçevesinde, görebildiğim ve okuduğum kadarıyla Engin Geçtan için, Irvin Yalom'un Türkiye'deki yansıması diyebilirim. Tabii, bunu varoluşçu düşünceyi terapi alanında uygulama ve hayata bu bakış açısıyla yaklaşabilme alanlarını temel olarak söylüyorum. Yoksa kastettiğim bir öykünme ya da kişisel özellikler açısından bir benzetme değil. Bu blogda da çeşitli yazılarımda, Engin Geçtan'ın yazdıklarından bolca alıntılar yaptım. 


Kendisinin okuduğum ilk kitabı Varoluş ve Psikiyatri. Bu kitabı okurken, Irvin Yalom kitaplarından aldığım zevki alabilmek ve ülkemizden de varoluşçu bakış açısıyla ilgili uygulama alanlarını görebilmek beni çok sevindirdi. Kitapta, Psikiyatri, Psikanaliz, Psikoterapi Vesaire ve Varolmak ya da Olamamak başlıklı iki bölüm bulunuyor. Yazım dili olarak oldukça rahat okunan bir kitap, fakat işlenen konuların derinliği nedeniyle benim için okuması uzun zaman aldı. Neredeyse iki üç paragrafta bir durup, yazılanları düşünüp, bu konuyla ilgili daha önce bildiklerimi bütünleştirmeye çalışmak, farketmeden saatlerin geçmesine neden olabiliyor. 


Kitabın sevdiğim bir diğer özelliği, çeşitli düşünür ve meslektaşların eser ve anılarından da alıntılar yapılarak, hem varoluşçu bakış açısı hem de psikiyatri/psikoloji alanı için geniş bir kaynakça imkanı sunması. Böylece, kitap bittiğinde elinizde okunması gerektiğini düşündüğünüz bir sürü kitap ve yazar ismi olmuş oluyor.


Yazarın bu alanla ilgili yazdığı diğer kitaplara baktığımızda, bir akış takip edebilmesi açısından ilk olarak 'İnsan Olmak' daha sonra bu yazıda söz edilen kitabı, son olarak da 'Kimbilir' adlı kitabını okumak daha pratik olabilir. Ben bu kitabı okumakla ortadan başlamış olarak, şimdi 'İnsan Olmak' adlı kitabını okumaktayım..Sonra sıra 'Kimbilir'e gelecek..Üçünü de okumuş olarak daha bütüncül bir yorum yapabilirim diye düşünmekteyim.. 

Hugo (2011)

Emek sineması - 1924
2011'in bu son günlerinde, bu kadar etkileyici bir filmle karşılaşmayı beklemiyordum...Sanırım en son Black Swan (2010) beni bu kadar etkilemişti. Filmde emeği geçen herkese, yedinci sanat adına teşekkürlerimi sunmak isterim. Özellikle İstanbul'da Emek Sineması'nın yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu bu günlerde, Martin Scorsese'nin unutulmanın eşiğinde olan 'emeğe' saygısının bir göstergesi adeta...

Film; Brian Selznick'in, sinemanın öncülerinden Fransız Georges Melies'nin hayatından esinlenerek yazdığı 'The Invention of Hugo Cabret' adlı romanının bir uyarlaması. Yönetmen, Martin Scorsese. Oyuncular, Ben Kingsley, Asa Butterfield, Sacha Baron Cohen, Chloe Grace Moretz ve Christopher Lee. 


Dikkat ! Bu yazı filmi seyretmeyenler için önbilgi içermektedir :)

Oyunculuklar açısından şunu söyleyebilirim, filmi seyrederken bir an bile filmin büyüsünden uzaklaşmadım. Yer yer gözlerim doldu, yer yer öfkelendim, ama hep filmin içindeydim. Ben Kingsley'in oyunculuğunu hep iyi bulmuşumdur fakat bir türlü ısınamamışımdır kendisine..bu filmde bunu da aştım.. Asa Butterfield'e ve de diğer oyunculara diyecek bir şey bulamıyorum. Nefis...

Konuya gelince, filmde benim için önemli olan iki farklı odak noktası vardı. İlki; insanın ve ilişkilerin temel alındığı bir bakış açısı. Georges Melies'nın hayatının anlamı olan sinemadan, koşullar gereğiyle ayrı düşmesi ve çözüm olarak da geçmişini unutmayı seçmesi, aslında hepimizin hayatlarımızda az veya çok varolan bir gerçeklik. Şimdinin anlamsızlığı ya da yitimiyle, geçmişi unutarak başa çıkmaya çalışmak. Ve her bastırılan yaşantıda olduğu gibi bir şekilde unutulmaya çalışılan şeylerin bir yerlerden patlak vermesi, adeta yolda yürürken paçamıza tutunarak, arkamızdan sürüklenmesi...
Peki ya, onca emek harcadığınız, yeni bir sanat dalında imza attığınız ilklerin yok olması ya da unutulması ? Bu dünyaya bıraktığınızı sandığınız bir parçanızın, sonraki kuşaklara aktarılacak bir çeşit 'ölümsüzlüğün' ellerinizden kayıp gitmesi ?  Filmi seyrederken, şahsen ben bu acıyı hissedebildim...bu da filmle ilgili ayrı bir başarı...


Hugo'nun dünyasına gelirsek, ilk göze çarpan şey, babasını kaybeden bir çocuğun yalnızlık ve bu kayıpla başa çıkmak için bulduğu bir mekanizma: otonom. Babasıyla birlikte tamir etmeye çalıştıkları otonomun tamirini tek başına tamamlamaya çalışan Hugo, otonomu babasından kalan tek şey olarak görmekte ve otonomu çalıştırabilmesini babasıyla bir nevi tekrardan buluşması olarak değerlendirmektedir. Otonom dışında ise, tren garındaki saatleri kurmakta ve babasından öğrendiği gibi bozuk olan mekanik şeyleri tamir edebilmektedir. Aslında, yalnızlıkla başa çıkma  ve 'varolma' çabasında, tamir etmek onun için yaşamının anlamıdır:

Hugo Cabret: I'd imagine the whole world was one big machine. Machines never come with any extra parts, you know. They always come with the exact amount they need. So I figured, if the entire world was one big machine, I couldn't be an extra part. I had to be here for some reason.

Tren şefi içinse başka bir gerçeklik vardır. Kendi de bir yetim olan ve savaşta tek ayağı sakatlanan tren şefi kaybettiklerinin acısını, varolan düzeni eksiksiz bir biçimde sürdürmeye ve de diğer yetimleri yakalayıp yetimhaneye göndermeye çalışarak telafi etme yoluna gitmiştir. Belki zaman zaman, hepimizin bir şekilde başkalarına yansıttığımız acılarımız, öfkelerimiz;  'başkaları da benim çektiklerimi çeksin' düşüncelerimiz, kendimize izin vermediğimiz şeyleri başkalarında gördüğümüzde yargılayarak, görmezden gelmeye çalıştığımız yaşantılarımız gibi...

Le Voyage dans La Lune
Filmde, benim için önemli olan ikinci odak nokta ise sinemaydı. Hem kişisel hem de akademik hayatının büyük bir kısmını sinemayla yaşayan bir sinemasever olarak, sanki bir zaman makinesinde sinemanın ilk ortaya çıktığı 1900'lü yılların başına gittim ve seyrettiklerim gerçekti. Tabii, bunda Augueste ve Louis Lumiere kardeşlerle başlayan sinema serüveninde gerçekten de çekilen ilk filmler olan Trenin Gara Girişi, Fabrikadan Çıkan İnsanlar, The Kiss ve Safety Last gibi filmlerden bölümler seyrediyor olmamın payı büyüktü. Hele ki, filmin sonunda Melies'in sinemaya nasıl başladığına dair yer alan bölümde; Melies'in ilk kamerasını yapışını, filmlerini çektiği stüdyosunu, kostümleri, kendi oyunculuğunu ve dekorları nasıl oluşturduğunu görmek inanılmazdı. Üstelik bunlara bir de Melies'in kurtarılabilen filmleri, özellikle Ay'a Seyahat eklenince, adeta heyecandan gözlerim doldu. Kariyerine sihirbazlıkla başlayan ve sonrasında sinemanın öncüleri arasında yer alacak olan Melies'nin yaratım serüvenini bir kurgu hikaye içerisinde dahi seyretmiş olmak, benim için oldukça anlamlı bir deneyimdi. 

Martin Scorsese, çok önemli bir başarıya imza atmış. Görüntüler, geçişler, özel efektler, renk kullanımı, hepsi çok yerli yerindeydi. Film, genel atmosfer olarak, Amelie (2001) Ratatouille (2007) ve The Imaginarium of Doctor Parnassus (2009) arası bir izlenim bıraktı bende...Ayrıca,  filmi 3D seyrettim ve o açıdan da Hugo, gayet iyiydi. Filmin müziklerini de sevdim. Özellikle, Erik Satie'den Gnossienne No:1'in kullanıldığı farkettim. Sanırım şimdiye kadar bu parçanın kullanıldığı ve sevmediğim bir filme denk gelmedim. Chocolat (2000) ve yine Ben Kingsley'in oynadığı Elegy (2008) adlı filmde de vardı bu parça....

Kapanışı ise, sinemanın büyüsüne ithafen filmdeki bir replikle yapmak istiyorum:

Georges Méliès: If you ever wonder where your dreams come from, look around: this is where they're made.



Shutter Island/Zindan Adası...



Geçtiğimiz gün içinde iki kez "Shutter Island'ı seyrettin mi ?, Ne düşünüyorsun merak ediyorum" cümleleriyle karşılaşınca, sonunda bu filmi bir seyredeyim dedim. Normalde, "zaten hayatta yeterince gerilim var, bir de gerilim filmi seyredip neden kendimi gereyim" düşüncesiyle :), gerilim ve korku filmlerini seyretmeyi pek tercih etmiyorum. Dün gece, bir gerilim filmi olduğunun bilincinde, gerilimli bir şekilde seyredaldım bu filmi :p. Martin Scorsese'in, Leonardo Di Caprio'yla beraber çalıştıkları dördüncü film, öncesinde; Gangs of New York (2002), The Aviator (2004) ve The Departed (2006) var. Bu filmler arasında The Departed'ı çok seviyorum ve Di Caprio, burada da güzel bir oyunculuk çıkarmıştı.  

Filmden etkilendim !. Di Caprio çok iyi oynamış. Çekimler, yaratılan atmosfer, başarılı. Kurgusuna gelince, aslında kafamda Siyah Kuğu'yla bağlantı kurmadım değil. Filmi, ana karakterin gözünden seyredip, sonrasında dış gerçeklik açısından neler olduğunu öğreniyoruz. Bu filmde de, Siyah Kuğu'da olduğu gibi, patoloji yaşayanın gözünden etkileyici ve daha önemlisi gerçekçi bir şekilde aktarılabilmiş. Ana karakterin neden bu sorunu yaşadığı da, film boyunca etkin bir şekilde verilmiş. Bu kısımla ilgili hoşuma giden bir diğer ayrıntı da, biz filmi Teddy Daniels'ın gözünden seyrederken, bir yandan da, kendi patolojik kurgusu içinde savaş zamanına ait flashback'lerin gelmesiydi. Patoloji içinde patoloji gibi. (Inception ve Di Caprio bağlantısı :)).

Filmle ilgili temel olarak iki boyutta yorum yapılabilir aslında. Birinci boyut yukarıda bahsettiğim, Teddy'nin yaşadığı travmalar sonucu, alternatif bir kişilik ortaya çıkarması ve kendine yönelik suçluluğuyla bu şekilde yüzleşmekten kaçması. Bu durumda, Teddy'nin gözünden olayları yaşadığımızı ve "asıl" gerçekliğin dış dünyaya ait olduğunu kabul etmiş oluyoruz.

İkinci boyutta ise, bu filmi aslında temel bir sistem eleştirisi olarak değerlendirebiliriz. Neye "gerçek dışı" diyeceğimize, psikiyatri/psikolojide uygulanan tekniklerin aslında deneme-yanılma yoluyla ilerlediğine ve bu süreçte yer alan bireylerin de birer denek olarak algılanabileceğine dair bir eleştiri. Daha da ilerletirsek, filmde de verildiği üzere, çeşitli ülkelerin özellikle savaşlarda ve genel olarak kontrolü sağlayabilmek adına zihin süreçlerine çeşitli yollarla yaptığı müdahaleler ve bunların sonuçları. Filmin sonunda Teddy'nin yaşadıklarının kendi zihninde bir savunma mekanizması olarak bir paranoyak kurmaca şeklinde gösterilmesi ağır basıyor. Lakin genel kurguya baktığımızda; uzakta bir ada, üzerinde deney yapılabilecek ve bir kere "deli" etiketini yedikten sonra ne yaparsa yapsın, yaptıkları bu etikete bağlı olacak olan insanların, kendilerine yapılanlara itiraz edemeyecek oluşları, çeşitli deneyler yapmak için koşulları çok uygun hale getiriyor. Dolayısıyla da, bu boyutta yine Teddy'nin gözünden olayları yaşadığımızı fakat "asıl" gerçekliğin dış dünyaya değil de Teddy'e ait olduğunu söyleyebiliriz. Bu iki boyutu 1975 yapımı Guguk Kuşu (One Flew Over the Cuckoo's Nest) adlı film de çok güzel ele almaktadır. Özellikle Shutter Island'da bahsi geçen, prefrontal lobotomy (kişilik, karar verme, sosyal davranışları düzenleme gibi alanlardan sorumlu prefrontal korteksle beynin diğer lobları arasındaki bağlantıların kesildiği cerrahi teknik) uygulaması da bu filmde yer almakta. Seyretmeyenlere tavsiye olunur...

Bir de değinmeden geçemeyeceğim rüyalar meselesi var. Bu filmde, Teddy'nin rüyalarında sembolik olarak da (karısının karın bölgesinden başlayarak külleşmesi) gerçekçi bir şekilde de (çocuklarını göle bırakması) bilinçaltı yansımalarını çok net bir şekilde görebiliyoruz. Filmin sonunda, seyirci açısından bakıldığında, bu rüyalar filmi anlamlandırmak için kurgunun içinde kullanılırken, bir yandan da sanki çok ince bir şekilde "günlük yaşamda da rüyalar dikkate alınmalıdır" iletisi vardı. Rüyalar ve bilinçaltına yapılan vurgu açısından, bir başka film, Inception da zaten başlı başına bu konu üzerine kuruluydu. 

Film neden Oscar'a aday olmamış, olsa iyi olurmuş deyip biraz araştırma yapınca, filmin gösterime girdiği tarih dolayısıyla Oscar yarışında yer almadığını gördüm. Di Caprio dışında, Ben Kingsley, psikiyatrist için çok iyi bir  seçim olmuş. Her ne kadar Kingsley'in oyunculuğunun iyi olduğunu düşünsem de, bu adamın bana itici gelen bir tarafı vardı. Hatta bir gece öncesinde Penelope Cruz'la beraber oynadığı bir filmde yine kendisini gayet itici bulmuşken, bu filmde kendisinin "bu adam iyi psikiyatrist mi, kötü psikiyatrist mi" havasını çok başarılı bir şekilde yansıttığını düşünüyorum, üstelik bu sefer itici de gelmedi. 

Son zamanlarda Hollywood giderek psikoloji camiasına çalışmaya başladı sanki. Tabii bu durum benim dikkatimin iyice o yöne kaymasıyla ya da sinema alanının doğal gelişim süreciyle ilgili olabilir ama, yakınlarda seyrettiğim Shutter Island, Siyah Kuğu ve yakında kendisiyle ilgili bir değerlendirme yazısı yazacağım King's Speech gibi filmler bende bu duyguyu kuvvetli bir biçimde uyandırmaya başladılar. 

3 Aralık 2011 Cumartesi

A Dangerous Method (2011)

Bir hevesle gittiğim bu film, tam bir hayalkırıklığı yaşattı. Yahu, Freud ve Jung gibi psikoloji alanında temel taşlar sayılan iki kişinin etkileşimli hikayesini anlatmak gibi bir işe soyunulmuş, bari hakkı verilseydi. Adam gibi bir senaryo oluşturulup, sevgili oyunculara da dönem ve bu insanlar hakkında bilgi sunulsaydı. Hem diyaloglar çok basit kalmış, hem de Freud da Jung da, bahçede beraber yürüyorlardı, sonra biri sağa gitmeyi biri sola gitmeyi tercih etti gibi basit bir bakış açısı hakim kılınmış. Hadi ben alandan birisiyim, neyin ne olduğunu az çok biliyorum. Alandan olmayan kişilerin ne algılamaları bekleniyor ? İşte Freud da, Jung da öyle takılıyorlarmış ortamda, biri hastasıyla beraber olmuş, diğeri cinsellik diye bir şey ortaya atmış, hastaları bir iki konuşturmuşlar, sonra bugünlere gelinmiş !.

Oyunculuklar ise, Vincent Cassel hariç, oldukça kötü ! Viggo Mortensen, Freud rolünü oturtamamış. Kendisini Aragorn rolüyle hatırlamak benim için daha iyi olacak. Michael Fassbender da aynı şekilde Jung rolü için yüzeysel kalmış. Lakin, asıl lafım Keira Knightley'ın performansına. Filmin ilk sahnelerinde, nevrotik olma adına o yaptığı çene hareketleri, bende Alien çağrışımları yaptı. O çenenin içinden bir tane daha, ha çıktı ha çıkacak diye bekledim. Geriye kalan sahnelerde de, o garip kol hareketleriyle kanatlarının çıkmasını. Nerede Black Swan'daki Natalie Portman, nerede Keira Knightley...Özet olarak, güzel bir fikir benim gözümde ancak bu kadar kötü işlenebilirdi. Yazık olmuş..

1 Aralık 2011 Perşembe

Mr. Nobody (2009)

Jaco Van Dormael'in yönetmenliğini yaptığı bu film temel olarak, daha önce buralarda bir yerlerde sıkça değindiğim, seçim yapmak/yapmamak ve bu kararların bizi ulaştırdığı sonuçlarla ilgili. Filmi seyrederken, aklımda, The Science of Sleep (2006), Inception (2010), Sliding Doors (1998), The Butterfly Effect (2004), The Truman Show (1998) ve Through the Wormhole belgeselinden bol bol çağrışımlar oluştu. Zamanı nasıl tanımlarız, sicim (string) ve kuantum teorisine göre zaman nedir ? Geçmişi gelecekten ayıran şey nedir ? gibi sorular çerçevesinde yapılan seçimlere göre kurgulanan farklı hayatlar, farklı sonlarla takip etmesi biraz dikkat isteyen senaryolar olarak seyirciye sunulmuş. Bu arada filmin müzikleri de oldukça güzel. Sonuç olarak ise, ayılıp bayılmasam da, hoş diyebileceğim filmler kategorisinde yerini aldı.

Filmden bir şarkı: