16 Aralık 2011 Cuma

Siyah kuğu...


Dikkat ! Bu yazı filmi seyretmeyenler için fazlaca önbilgi içermektedir :)

Uzun zamandır beklediğim ve illa sinemada seyredeceğim dediğim bu filmi nihayet seyrettim. Açıkçası hayalkırıklığına uğradım. Nedense beklentilerimi daha varoluşsal vurguların yapıldığı (yapılmıyor değil sadece tarzı farklı), belki beni daha muallakta bırakacak bir filme göre ayarlamıştım. Karşıma ise, yüzde yüz patoloji anlatan (meslek yüzünden bu kısım bende çok ön plana çıkmış olabilir tabii ki), hem de çok iyi anlatan, psikolojinin belli alanlarında ders anlatılırken kullanılabilecek bir film çıktı. Aronofsky'den oldukça etkileyici bir film. Natalie Portman, zaten söyleyecek çok birşey bırakmamış...

Film annesi tarafından beyaz bir kuğu olarak yetiştirilen Nina'nın içindeki siyah kuğuyu keşfetme ve ortaya çıkarma sürecini anlatıyor. Annesinin Nina için kendi bale kariyerinden vazgeçmesi; gerçekleştiremediği hayalini kızının üstünden gerçekleştirmeye çalıştığı ve başarı hissini yaşarken bir yandan gizli kıskançlığının zaman zaman su yüzüne çıktığı bir süreç haline gelmiş. Kızıyla ayrışamayan annenin, kızının hayatını "bale disiplini" altında kontrol etmeye çalıştığını, Nina'nın da hayatını, kendine zarar vererek (tırmalayarak/kusarak), vücudu yoluyla kontrol etmeye çalıştığını görüyoruz. 

     Bu tür kendine zarar verme davranışı, literatürde travma ve taciz gibi yaşantılarla, madde kullanımı, yeme bozuklukları, düşük öz-saygı ve mükemmeliyetçilik gibi öğelerle beraber görülebiliyor. Hayatlarında başka türlü kontrolü sağlayamadıkları algısına sahip bireylerin; yaşamdaki kaygı ve stress kaynaklarıyla başetme, herhangi bir şey hakkında kendilerini "söz söyleyebilecekmiş" gibi hissetme yolları. Filmde, bu öğelerden biri olan mükemmeliyetçilik, kendi hayallerini kızına yansıtan annenin ve mesleğin "mükemmel" dansçı beklentileri, Nina'nın da içselleştirdiği "mükemmel olmalıyım" sesleri olarak çıkıyor karşımıza. Mükemmel bir dansçı ve herşeyini annesiyle paylaşan, yetişkin ama çocuk Nina olmak adına hayatın renklerinin, duyguların baskılandığı bir düzen. Nina için bir süre boyunca herşey yolunda gidiyor...her ne kadar çevresinde "frijit" olarak tanınsa, odasında kendine ait bir mahremiyeti olmasa, cinsellikten uzak dursa ve odasındaki oyuncaklardan, mesleğine kadar annesinin seçtiği şekilde yaşasa da...Dönüm noktası ise beyaz kuğu ve siyah kuğunun aynı vücutta yorumlanması gerekliliği oluyor. İşte o noktada, "The only person standing in your way is you" ya da "Perfection is not just about control. It's also about letting go. Surprise yourself so you can surprise the audience." gibi sözlerle karşılaşan Nina, isyan etmeye başlıyor...
Bu sözler, yönetmenin kendisinde uyandırdığı cinsel çağrışımlar ve rekabet hisleriyle, ruhu ve gözleri kanlanan Nina gri tonlara geçmeden, beyazdan siyaha geçmek zorunda. Bu bir savaş. Zaten uzun zamandır kendisiyle savaşan Nina, şimdi bunu aynaların önünde daha da sarsıcı bir şekilde yapmak mecburiyetinde. Ve seyirci bu savaşa çok etkileyici bir biçimde tanık oluyor. Nina, kendini daha çok tırmalamaya başlıyor, halüsinasyonlar ortaya çıkıyor, annesine isyan ediyor, odasının düzenini değiştiriyor, bir parça mahremiyet yakalayabildiği banyo dışında, kendi odasını da kullanmaya başlıyor, cinselliğini keşfediyor....Lakin, herşey yine mükemmel olabilmek adına...çünkü Nina'nın bildiği/öğrendiği/kendisinden beklenilen varolma yolu bu..Ya ödediği bedel ? Filmin sonunda, Nina bu savaştan galip olarak çıkıyor, tüm tutkusuyla dans eden bir siyah kuğu olarak. Herkes memnun. Seyirciler ayakta alkışlıyor, annesinin gözleri sevinçten mi üzüntüden mi bilinmez bir şekilde dolmuş durumda, yönetmen gördüğü siyah kuğunun tutkusuna hayran...Muhtemelen hayatına ya da kariyerinin bir bölümüne mal olan bu zaferde, Nina içindeki beyaz kuğuyla beraber zincirlerinin bir kısmını kırarken, aslında yerlerine sadece yenileri eklediğinin farkında olmadan şu son sözleri sarfediyor:

Thomas Leroy: Nina, what did you do? 
Nina: I felt it. Perfect. I was perfect. 

15 Aralık 2011 Perşembe

Varoluş ve Psikiyatri



Kitapçılarda dolaşırken, psikolojiyle ilgili raflarda rastladığım kitaplar çerçevesinde, görebildiğim ve okuduğum kadarıyla Engin Geçtan için, Irvin Yalom'un Türkiye'deki yansıması diyebilirim. Tabii, bunu varoluşçu düşünceyi terapi alanında uygulama ve hayata bu bakış açısıyla yaklaşabilme alanlarını temel olarak söylüyorum. Yoksa kastettiğim bir öykünme ya da kişisel özellikler açısından bir benzetme değil. Bu blogda da çeşitli yazılarımda, Engin Geçtan'ın yazdıklarından bolca alıntılar yaptım. 


Kendisinin okuduğum ilk kitabı Varoluş ve Psikiyatri. Bu kitabı okurken, Irvin Yalom kitaplarından aldığım zevki alabilmek ve ülkemizden de varoluşçu bakış açısıyla ilgili uygulama alanlarını görebilmek beni çok sevindirdi. Kitapta, Psikiyatri, Psikanaliz, Psikoterapi Vesaire ve Varolmak ya da Olamamak başlıklı iki bölüm bulunuyor. Yazım dili olarak oldukça rahat okunan bir kitap, fakat işlenen konuların derinliği nedeniyle benim için okuması uzun zaman aldı. Neredeyse iki üç paragrafta bir durup, yazılanları düşünüp, bu konuyla ilgili daha önce bildiklerimi bütünleştirmeye çalışmak, farketmeden saatlerin geçmesine neden olabiliyor. 


Kitabın sevdiğim bir diğer özelliği, çeşitli düşünür ve meslektaşların eser ve anılarından da alıntılar yapılarak, hem varoluşçu bakış açısı hem de psikiyatri/psikoloji alanı için geniş bir kaynakça imkanı sunması. Böylece, kitap bittiğinde elinizde okunması gerektiğini düşündüğünüz bir sürü kitap ve yazar ismi olmuş oluyor.


Yazarın bu alanla ilgili yazdığı diğer kitaplara baktığımızda, bir akış takip edebilmesi açısından ilk olarak 'İnsan Olmak' daha sonra bu yazıda söz edilen kitabı, son olarak da 'Kimbilir' adlı kitabını okumak daha pratik olabilir. Ben bu kitabı okumakla ortadan başlamış olarak, şimdi 'İnsan Olmak' adlı kitabını okumaktayım..Sonra sıra 'Kimbilir'e gelecek..Üçünü de okumuş olarak daha bütüncül bir yorum yapabilirim diye düşünmekteyim.. 

Hugo (2011)

Emek sineması - 1924
2011'in bu son günlerinde, bu kadar etkileyici bir filmle karşılaşmayı beklemiyordum...Sanırım en son Black Swan (2010) beni bu kadar etkilemişti. Filmde emeği geçen herkese, yedinci sanat adına teşekkürlerimi sunmak isterim. Özellikle İstanbul'da Emek Sineması'nın yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu bu günlerde, Martin Scorsese'nin unutulmanın eşiğinde olan 'emeğe' saygısının bir göstergesi adeta...

Film; Brian Selznick'in, sinemanın öncülerinden Fransız Georges Melies'nin hayatından esinlenerek yazdığı 'The Invention of Hugo Cabret' adlı romanının bir uyarlaması. Yönetmen, Martin Scorsese. Oyuncular, Ben Kingsley, Asa Butterfield, Sacha Baron Cohen, Chloe Grace Moretz ve Christopher Lee. 


Dikkat ! Bu yazı filmi seyretmeyenler için önbilgi içermektedir :)

Oyunculuklar açısından şunu söyleyebilirim, filmi seyrederken bir an bile filmin büyüsünden uzaklaşmadım. Yer yer gözlerim doldu, yer yer öfkelendim, ama hep filmin içindeydim. Ben Kingsley'in oyunculuğunu hep iyi bulmuşumdur fakat bir türlü ısınamamışımdır kendisine..bu filmde bunu da aştım.. Asa Butterfield'e ve de diğer oyunculara diyecek bir şey bulamıyorum. Nefis...

Konuya gelince, filmde benim için önemli olan iki farklı odak noktası vardı. İlki; insanın ve ilişkilerin temel alındığı bir bakış açısı. Georges Melies'nın hayatının anlamı olan sinemadan, koşullar gereğiyle ayrı düşmesi ve çözüm olarak da geçmişini unutmayı seçmesi, aslında hepimizin hayatlarımızda az veya çok varolan bir gerçeklik. Şimdinin anlamsızlığı ya da yitimiyle, geçmişi unutarak başa çıkmaya çalışmak. Ve her bastırılan yaşantıda olduğu gibi bir şekilde unutulmaya çalışılan şeylerin bir yerlerden patlak vermesi, adeta yolda yürürken paçamıza tutunarak, arkamızdan sürüklenmesi...
Peki ya, onca emek harcadığınız, yeni bir sanat dalında imza attığınız ilklerin yok olması ya da unutulması ? Bu dünyaya bıraktığınızı sandığınız bir parçanızın, sonraki kuşaklara aktarılacak bir çeşit 'ölümsüzlüğün' ellerinizden kayıp gitmesi ?  Filmi seyrederken, şahsen ben bu acıyı hissedebildim...bu da filmle ilgili ayrı bir başarı...


Hugo'nun dünyasına gelirsek, ilk göze çarpan şey, babasını kaybeden bir çocuğun yalnızlık ve bu kayıpla başa çıkmak için bulduğu bir mekanizma: otonom. Babasıyla birlikte tamir etmeye çalıştıkları otonomun tamirini tek başına tamamlamaya çalışan Hugo, otonomu babasından kalan tek şey olarak görmekte ve otonomu çalıştırabilmesini babasıyla bir nevi tekrardan buluşması olarak değerlendirmektedir. Otonom dışında ise, tren garındaki saatleri kurmakta ve babasından öğrendiği gibi bozuk olan mekanik şeyleri tamir edebilmektedir. Aslında, yalnızlıkla başa çıkma  ve 'varolma' çabasında, tamir etmek onun için yaşamının anlamıdır:

Hugo Cabret: I'd imagine the whole world was one big machine. Machines never come with any extra parts, you know. They always come with the exact amount they need. So I figured, if the entire world was one big machine, I couldn't be an extra part. I had to be here for some reason.

Tren şefi içinse başka bir gerçeklik vardır. Kendi de bir yetim olan ve savaşta tek ayağı sakatlanan tren şefi kaybettiklerinin acısını, varolan düzeni eksiksiz bir biçimde sürdürmeye ve de diğer yetimleri yakalayıp yetimhaneye göndermeye çalışarak telafi etme yoluna gitmiştir. Belki zaman zaman, hepimizin bir şekilde başkalarına yansıttığımız acılarımız, öfkelerimiz;  'başkaları da benim çektiklerimi çeksin' düşüncelerimiz, kendimize izin vermediğimiz şeyleri başkalarında gördüğümüzde yargılayarak, görmezden gelmeye çalıştığımız yaşantılarımız gibi...

Le Voyage dans La Lune
Filmde, benim için önemli olan ikinci odak nokta ise sinemaydı. Hem kişisel hem de akademik hayatının büyük bir kısmını sinemayla yaşayan bir sinemasever olarak, sanki bir zaman makinesinde sinemanın ilk ortaya çıktığı 1900'lü yılların başına gittim ve seyrettiklerim gerçekti. Tabii, bunda Augueste ve Louis Lumiere kardeşlerle başlayan sinema serüveninde gerçekten de çekilen ilk filmler olan Trenin Gara Girişi, Fabrikadan Çıkan İnsanlar, The Kiss ve Safety Last gibi filmlerden bölümler seyrediyor olmamın payı büyüktü. Hele ki, filmin sonunda Melies'in sinemaya nasıl başladığına dair yer alan bölümde; Melies'in ilk kamerasını yapışını, filmlerini çektiği stüdyosunu, kostümleri, kendi oyunculuğunu ve dekorları nasıl oluşturduğunu görmek inanılmazdı. Üstelik bunlara bir de Melies'in kurtarılabilen filmleri, özellikle Ay'a Seyahat eklenince, adeta heyecandan gözlerim doldu. Kariyerine sihirbazlıkla başlayan ve sonrasında sinemanın öncüleri arasında yer alacak olan Melies'nin yaratım serüvenini bir kurgu hikaye içerisinde dahi seyretmiş olmak, benim için oldukça anlamlı bir deneyimdi. 

Martin Scorsese, çok önemli bir başarıya imza atmış. Görüntüler, geçişler, özel efektler, renk kullanımı, hepsi çok yerli yerindeydi. Film, genel atmosfer olarak, Amelie (2001) Ratatouille (2007) ve The Imaginarium of Doctor Parnassus (2009) arası bir izlenim bıraktı bende...Ayrıca,  filmi 3D seyrettim ve o açıdan da Hugo, gayet iyiydi. Filmin müziklerini de sevdim. Özellikle, Erik Satie'den Gnossienne No:1'in kullanıldığı farkettim. Sanırım şimdiye kadar bu parçanın kullanıldığı ve sevmediğim bir filme denk gelmedim. Chocolat (2000) ve yine Ben Kingsley'in oynadığı Elegy (2008) adlı filmde de vardı bu parça....

Kapanışı ise, sinemanın büyüsüne ithafen filmdeki bir replikle yapmak istiyorum:

Georges Méliès: If you ever wonder where your dreams come from, look around: this is where they're made.



Shutter Island/Zindan Adası...



Geçtiğimiz gün içinde iki kez "Shutter Island'ı seyrettin mi ?, Ne düşünüyorsun merak ediyorum" cümleleriyle karşılaşınca, sonunda bu filmi bir seyredeyim dedim. Normalde, "zaten hayatta yeterince gerilim var, bir de gerilim filmi seyredip neden kendimi gereyim" düşüncesiyle :), gerilim ve korku filmlerini seyretmeyi pek tercih etmiyorum. Dün gece, bir gerilim filmi olduğunun bilincinde, gerilimli bir şekilde seyredaldım bu filmi :p. Martin Scorsese'in, Leonardo Di Caprio'yla beraber çalıştıkları dördüncü film, öncesinde; Gangs of New York (2002), The Aviator (2004) ve The Departed (2006) var. Bu filmler arasında The Departed'ı çok seviyorum ve Di Caprio, burada da güzel bir oyunculuk çıkarmıştı.  

Filmden etkilendim !. Di Caprio çok iyi oynamış. Çekimler, yaratılan atmosfer, başarılı. Kurgusuna gelince, aslında kafamda Siyah Kuğu'yla bağlantı kurmadım değil. Filmi, ana karakterin gözünden seyredip, sonrasında dış gerçeklik açısından neler olduğunu öğreniyoruz. Bu filmde de, Siyah Kuğu'da olduğu gibi, patoloji yaşayanın gözünden etkileyici ve daha önemlisi gerçekçi bir şekilde aktarılabilmiş. Ana karakterin neden bu sorunu yaşadığı da, film boyunca etkin bir şekilde verilmiş. Bu kısımla ilgili hoşuma giden bir diğer ayrıntı da, biz filmi Teddy Daniels'ın gözünden seyrederken, bir yandan da, kendi patolojik kurgusu içinde savaş zamanına ait flashback'lerin gelmesiydi. Patoloji içinde patoloji gibi. (Inception ve Di Caprio bağlantısı :)).

Filmle ilgili temel olarak iki boyutta yorum yapılabilir aslında. Birinci boyut yukarıda bahsettiğim, Teddy'nin yaşadığı travmalar sonucu, alternatif bir kişilik ortaya çıkarması ve kendine yönelik suçluluğuyla bu şekilde yüzleşmekten kaçması. Bu durumda, Teddy'nin gözünden olayları yaşadığımızı ve "asıl" gerçekliğin dış dünyaya ait olduğunu kabul etmiş oluyoruz.

İkinci boyutta ise, bu filmi aslında temel bir sistem eleştirisi olarak değerlendirebiliriz. Neye "gerçek dışı" diyeceğimize, psikiyatri/psikolojide uygulanan tekniklerin aslında deneme-yanılma yoluyla ilerlediğine ve bu süreçte yer alan bireylerin de birer denek olarak algılanabileceğine dair bir eleştiri. Daha da ilerletirsek, filmde de verildiği üzere, çeşitli ülkelerin özellikle savaşlarda ve genel olarak kontrolü sağlayabilmek adına zihin süreçlerine çeşitli yollarla yaptığı müdahaleler ve bunların sonuçları. Filmin sonunda Teddy'nin yaşadıklarının kendi zihninde bir savunma mekanizması olarak bir paranoyak kurmaca şeklinde gösterilmesi ağır basıyor. Lakin genel kurguya baktığımızda; uzakta bir ada, üzerinde deney yapılabilecek ve bir kere "deli" etiketini yedikten sonra ne yaparsa yapsın, yaptıkları bu etikete bağlı olacak olan insanların, kendilerine yapılanlara itiraz edemeyecek oluşları, çeşitli deneyler yapmak için koşulları çok uygun hale getiriyor. Dolayısıyla da, bu boyutta yine Teddy'nin gözünden olayları yaşadığımızı fakat "asıl" gerçekliğin dış dünyaya değil de Teddy'e ait olduğunu söyleyebiliriz. Bu iki boyutu 1975 yapımı Guguk Kuşu (One Flew Over the Cuckoo's Nest) adlı film de çok güzel ele almaktadır. Özellikle Shutter Island'da bahsi geçen, prefrontal lobotomy (kişilik, karar verme, sosyal davranışları düzenleme gibi alanlardan sorumlu prefrontal korteksle beynin diğer lobları arasındaki bağlantıların kesildiği cerrahi teknik) uygulaması da bu filmde yer almakta. Seyretmeyenlere tavsiye olunur...

Bir de değinmeden geçemeyeceğim rüyalar meselesi var. Bu filmde, Teddy'nin rüyalarında sembolik olarak da (karısının karın bölgesinden başlayarak külleşmesi) gerçekçi bir şekilde de (çocuklarını göle bırakması) bilinçaltı yansımalarını çok net bir şekilde görebiliyoruz. Filmin sonunda, seyirci açısından bakıldığında, bu rüyalar filmi anlamlandırmak için kurgunun içinde kullanılırken, bir yandan da sanki çok ince bir şekilde "günlük yaşamda da rüyalar dikkate alınmalıdır" iletisi vardı. Rüyalar ve bilinçaltına yapılan vurgu açısından, bir başka film, Inception da zaten başlı başına bu konu üzerine kuruluydu. 

Film neden Oscar'a aday olmamış, olsa iyi olurmuş deyip biraz araştırma yapınca, filmin gösterime girdiği tarih dolayısıyla Oscar yarışında yer almadığını gördüm. Di Caprio dışında, Ben Kingsley, psikiyatrist için çok iyi bir  seçim olmuş. Her ne kadar Kingsley'in oyunculuğunun iyi olduğunu düşünsem de, bu adamın bana itici gelen bir tarafı vardı. Hatta bir gece öncesinde Penelope Cruz'la beraber oynadığı bir filmde yine kendisini gayet itici bulmuşken, bu filmde kendisinin "bu adam iyi psikiyatrist mi, kötü psikiyatrist mi" havasını çok başarılı bir şekilde yansıttığını düşünüyorum, üstelik bu sefer itici de gelmedi. 

Son zamanlarda Hollywood giderek psikoloji camiasına çalışmaya başladı sanki. Tabii bu durum benim dikkatimin iyice o yöne kaymasıyla ya da sinema alanının doğal gelişim süreciyle ilgili olabilir ama, yakınlarda seyrettiğim Shutter Island, Siyah Kuğu ve yakında kendisiyle ilgili bir değerlendirme yazısı yazacağım King's Speech gibi filmler bende bu duyguyu kuvvetli bir biçimde uyandırmaya başladılar. 

3 Aralık 2011 Cumartesi

A Dangerous Method (2011)

Bir hevesle gittiğim bu film, tam bir hayalkırıklığı yaşattı. Yahu, Freud ve Jung gibi psikoloji alanında temel taşlar sayılan iki kişinin etkileşimli hikayesini anlatmak gibi bir işe soyunulmuş, bari hakkı verilseydi. Adam gibi bir senaryo oluşturulup, sevgili oyunculara da dönem ve bu insanlar hakkında bilgi sunulsaydı. Hem diyaloglar çok basit kalmış, hem de Freud da Jung da, bahçede beraber yürüyorlardı, sonra biri sağa gitmeyi biri sola gitmeyi tercih etti gibi basit bir bakış açısı hakim kılınmış. Hadi ben alandan birisiyim, neyin ne olduğunu az çok biliyorum. Alandan olmayan kişilerin ne algılamaları bekleniyor ? İşte Freud da, Jung da öyle takılıyorlarmış ortamda, biri hastasıyla beraber olmuş, diğeri cinsellik diye bir şey ortaya atmış, hastaları bir iki konuşturmuşlar, sonra bugünlere gelinmiş !.

Oyunculuklar ise, Vincent Cassel hariç, oldukça kötü ! Viggo Mortensen, Freud rolünü oturtamamış. Kendisini Aragorn rolüyle hatırlamak benim için daha iyi olacak. Michael Fassbender da aynı şekilde Jung rolü için yüzeysel kalmış. Lakin, asıl lafım Keira Knightley'ın performansına. Filmin ilk sahnelerinde, nevrotik olma adına o yaptığı çene hareketleri, bende Alien çağrışımları yaptı. O çenenin içinden bir tane daha, ha çıktı ha çıkacak diye bekledim. Geriye kalan sahnelerde de, o garip kol hareketleriyle kanatlarının çıkmasını. Nerede Black Swan'daki Natalie Portman, nerede Keira Knightley...Özet olarak, güzel bir fikir benim gözümde ancak bu kadar kötü işlenebilirdi. Yazık olmuş..

1 Aralık 2011 Perşembe

Mr. Nobody (2009)

Jaco Van Dormael'in yönetmenliğini yaptığı bu film temel olarak, daha önce buralarda bir yerlerde sıkça değindiğim, seçim yapmak/yapmamak ve bu kararların bizi ulaştırdığı sonuçlarla ilgili. Filmi seyrederken, aklımda, The Science of Sleep (2006), Inception (2010), Sliding Doors (1998), The Butterfly Effect (2004), The Truman Show (1998) ve Through the Wormhole belgeselinden bol bol çağrışımlar oluştu. Zamanı nasıl tanımlarız, sicim (string) ve kuantum teorisine göre zaman nedir ? Geçmişi gelecekten ayıran şey nedir ? gibi sorular çerçevesinde yapılan seçimlere göre kurgulanan farklı hayatlar, farklı sonlarla takip etmesi biraz dikkat isteyen senaryolar olarak seyirciye sunulmuş. Bu arada filmin müzikleri de oldukça güzel. Sonuç olarak ise, ayılıp bayılmasam da, hoş diyebileceğim filmler kategorisinde yerini aldı.

Filmden bir şarkı:

29 Kasım 2011 Salı

Marx'ın Dönüşü



Bugün seyrettiğim, Howard Zinn'ın yazdığı, Genco Erkal'ın yönettiği ve oynadığı Marx'ın Dönüşü adlı güzel oyunu, kapitalizmle ilgili az çok düşünmüş olan herkese tavsiye edebilirim. Özetimiz şu; insanlık geçmişine bakmıyor, yaşananlar havada kalmaktan ileri gidemiyor. İsimler değişiyor, yerler değişiyor, sistem aynı. Nasıl bir kısır döngü ? Kendi adıma, umutsuzluk. Umutlu olmak isterdim. 

Genco Erkal'ın bir buçuk saat boyunca ara vermeden sergilediği performansını artık çok doğal karşılıyorum. Sanırım, kendisinin bir oyununda böyle bir oyunculuk görmediğimde şaşıracağım. Sayesinde, anlamlı bir gece oldu...

Melancholia (2011)


Az önce Lars von Trier'ın son filmi Melancholia'yı seyrettim. Şüphesiz garipti, etkileyiciydi...fakat yine de  seyrederken, özellikle ilk bölümde, ben niye seyrediyorum bu filmi demekten kendimi alıkoyamadım...sanırım üstüne bir uyumam gerek...ekşisözlükteki yorumların bazılarını okudum. Toplumun değer yargıları ve 'kokuşmuşluğu' üzerine birtakım iletiler içerdiği şeklinde yorumlayanlar vardı...bir uyuyayım da yarına bende bıraktığı tada göre birşeyler belirir herhalde...




Ertesi gün...


Dikkat ! Bu yazı filmi seyretmeyenler için fazlaca önbilgi içermektedir :)


Farkındalıklar: Filmin büyük bir kısmını, mesleksel durumdan olsa gerek, Justine'in içinde bulunduğu durumu anlamaya çalışarak seyretmişim..Ablanın, anne ve babanın analizleri havada uçuşmuş...
Kirsten Dunst'a Vampirle Görüşme filminden başlayan bir sempatim var, bu filmde de oyunculuk açısından başarılı olduğunu düşündüm...
Görsellik çok ön planda, 'durum' anlatımları özellikle...




Rahatsız edici oluşu ya da seyrederken sıkıcı olmasıyla ilgili, filmin karakteristik özellikleri (çekim teknikleri, konunun işleniş şekli, süre) dışında yorum yapabileceğim iki alan var. Birincisi, ilk bölümde yer alan düğün kısmı. Bu kısmın seyrederken sıkıcı olmasının bir sebebi, alışageldiğimiz bir senaryonun dışında 'düğün' kavramını ele alması olabilir. Genel olarak 'düğünlerin' mutlu olaylar olarak nitelendirilmesinin, o aşamaya gelmiş kişilerin artık kararlarından emin oldukları varsayımı, anne-babaların çocuklarının evlenmesini istedikleri, bu durumdan mutlu oldukları ve evlilik kurumuna olumlu bakacakları   gibi  kavramların genel olarak bu 'düğün' paketi içinde olduğunu düşünürsek, Lars von Trier bize bunun dışında bir ''anormal'' durumu tarif ediyor. Limuzinde, birbirini seven düğün arifesinde bir çiftin, düğün yerine gelişiyle açılan film, sonrasında gelinin annesinin evlilik kurumuna inanmadığını dolayısıyla kızının evlenmesini istemediğini belirtmesi, babasının annesiyle ayrılmasının nedenlerini düğün konuşması olarak dile getirmesi, gelinin aynı gece eşiyle değil yeni tanıştığı biriyle sevişmesi, patronuna aklından geçen olumsuz herşeyi söyleyerek, düğün hediyesi olarak aldığı terfiyi bir kenara itip işten ayrılması vs. gibi 'normal' olarak tanımladığımız düşüncelerimize, şemalarımıza, inançlarımıza uymayan öğelerle devam ediyor. E bu da, bilinçli olarak farkedemesek de, bilinçaltında bizi rahatsız edebilecek bir durum. Dolayısıyla, sözel olarak 'bu benim şu şu şemalarıma uymadı, rahatsız oldum' demektense genelde, 'sıkıcıydı' gibi daha üstü kapalı bir ifadeyle bize olan etkisini dile getiriyor olabiliriz...


İkinci yorum olarak da, filmin ana konusu olan, gezegenin çarpması sonucu dünyanın yok olması, dolayısıyla ölüm fikriyle yüzleşmekten bahsedebilirim. Zaten bu durum karşısında, 4 farklı karakterin verdiği farklı tepkiler filmde işlenmiş. Karakterlerin yaşadıklarını takip etmek, ister istemez seyredenin de kafasında böyle bir durumda ne yapacağını canlandırmasına yol açıyor. Bu tür canlandırmalar başlı başına kaygı verici ve rahatsız edici olabiliyor. Kaldı ki, en derinde tetiklenen duygu ve düşünce, ölümün kaçınılmazlığı olduğu için, bu tür canlandırmalar yapılmasa da, yaşattığı gerginlik filmin tümüne genellenebiliyor.


E filmin üstüne uyumak fena olmamış sanki...

22 Kasım 2011 Salı

Hayao Miyazaki



Bu sefer bir değişiklik yapıp, belli bir film yerine, filmin yaratıcısını paylaşmanın daha uygun olacağına karar verdim. Çizgi film dünyası bir çok yetişkinin aksine benim için hayatımda hala önemli bir yere sahip. Bu dünyanın olmazsa olmazı ise Miyazaki. 1941 doğumlu Hayao Miyazaki, 1985'te Isao Takahata ile kurdukları Studio Ghibli'de animeler üretmeye devam eden bir rüya-çizer...
Çizgi filmlerin bana neden bu kadar etkileyici geldiğini düşündüğümde, onların aslında rüyalara çok benzediklerini farkettim. Rüyalar gibi son derece gerçekçi bir şekilde hissedilen, yaşanılan; uçabildiğiniz, büyünün, değişik canlıların yer alabildiği, filmlerin aksine elle tutulabilecek somut oyuncuların, kameraların, kostümlerin yer almadığı görsel kurmacalar...Dolayısıyla da Miyazaki'yi rüya-çizer olarak tanımlamak çok da yanlış olmaz diye düşünmekteyim...Sonuçta o da kendi hayalgücünü, belki rüyalarında gördüğü uçma hissiyatını, senaryolara, çizimlerine aktaran bir rüya-gören...
Miyazaki'nin çizgi filmlerinde özellikle sevdiğim birkaç orta nokta var...Bunlardan ilki genelde kahramanlarının güçlü kadınlar olması. Yaşadığımız ataerkil düzende, tek başına savaşabilen, ayakta durabilen, duygularını yaşamaktan korkmayan kadınlara vurgu yapılması ister istemez hoşuma gidiyor. Ve birçok seyircinin aksine bu kadınları, sergiledikleri olumlu bakış açısı nedeniyle "saf" değil "savaşçı" olarak değerlendiriyorum.
İkinci ortak nokta ise, Miyazaki'nin çokça kullandığı umut teması. Animelerdeki karakterler, neyle karşılaşırlarsa karşılaşsınlar umutlarını yitirmiyorlar, koşullara uyum sağlayıp bir şekilde amaçladıkları sona da ulaşıyorlar. Miyazaki'nin animelerini seyrettikten sonra hep umut aşılanmış bir şekilde buluyorum kendimi.
Tabii, animelerin içinde de kendi hikayelerine ait özellikler mevcut. Bir çok yerde Japon kültürüne dair vurguların sıkça yapıldığına dair yorumlar okudum. Ben o ayrımı yapabilecek kadar Japon ve doğu kültürüne vakıf değilim. Dolayısıyla böyle vurgular varsa da muhtemelen onları atlıyorum ya da daha psikolojik açıdan değerlendiriyorum. Miyazaki'yle ilgili yazılarda yine, bu rüya-çizerin Japon kültürü dışında, başta Marksizm olmak üzere kendi dünya bakış açısını da çizdiklerine yansıttığı yönünde yorumlara rastladım. Mesela, Nausicaa of the Valley of the Wind'de insanların doğayı yok etmesi ve endüstrileşmenin olumsuz etkilerini, Darwinizm'den etkilenerek ifade ettiğini belirtmiş.
Miyazaki'nin animelerinin hepsini seviyorum. Lakin,  özellikle düşkünü olduklarım da yok değil. Howl's Moving Castle'da, ana karaterlerden biri olan Howl'un kaçınmacı ama aynı zamanda duygusal yapısı, Calcifer-Howl-Sophie üçgeni arasındaki iletişim, Sophie'nin Howl'un çocukluğuyla barışmasına yardım ederken kendi yolculuğuna çıkması gibi özellikler, bu animeyi bana tekrar tekrar izlettiriyor....Nausicaa of the Valley of the Wind ve Spirited Away de vazgeçemediklerimden. Aslında bu üç anime de ayrı ayrı değerdirilebilecek özelliklere sahip...İş başa düşecek o zaman ilerleyen günlerde :). Geriye kalan, Kiki's Delivery Service, Princess Mononoke, Castle In the Sky, My Neighbour Totoro, Whisper of the Heart, Porco Rosso ve Ponyo'nın da hakkını yememek lazım tabii....
Miyazaki'yle ilgili düşünürken, daha önce de kitaplar bölümünde bahsetmiş olduğum Sofi'nin Dünyası adlı kitapta yer alan şu alıntı gelirdi hep aklıma:

"İyi bir filozof olabilmek için gereken tek şey hayret etme yeteneğidir. Küçük çocukların hepsinde bu yetenek vardır...İşin acıklı yani, büyüdükçe sadece yerçekimi yasasıyla kalmaz alıştıklarımız. Aynı şekilde tüm dünyaya alışırız....Ancak bu arada çok önemli bir şeyimizi yitirmiş oluruz ki, filozofların bizde yeniden canlandırmaya çalıştığı şey de budur. Çünkü herşeye rağmen içimizdeki bir ses, yaşamın büyük bir sır olduğunu söyler. Bu bizim, bir zamanlar, daha düşünmeyi öğrenmeden önce yaşadığımız bir duygudur."

Dolayısıyla Miyazaki'yi hep iyi bir filozof olarak kurgulamışımdır.  Bu yazıyı yazmak için internette araştırma yaparken, Miyazaki'nin şu sözlerine denk geldim:

Çocukların ruhlarının geçmiş nesillerden gelen tarihi hatıraların varisçileri olduğuna inanıyorum. Bu yüzden onlar büyüdükçe  ve deneyimlerinin artmasıyla bu hatıralar daha da aşağılara iniyor. Bu derinlik seviyesinde  film yapmaya ihtiyacım olduğunu hissediyorum. Bunu yapabilseydim, ancak mutlu ölebilirdim."

Dünya'nın diğer bir tarafındaki, farklı kültür ve yaşam biçimine sahip bir anime seyircisine, yapmak istediği şeye çok yakın düşünceler ve hisler yaşattırabiliyorsa, bence son derece mutlu olması gerek bu rüya-çizerin....



New York, I Love You (2009)

Sakin bir kış gecesinde, beklentinizi çok da yüksek tutmadan, yer yer tanıdık yüzlerin yer aldığı, su gibi akan kısa hikayelerin oluşturduğu bir film seyretmek isterseniz New York, I Love You güzel bir seçenek. Geçen sene dvd'sini alıp da seyretmeye başlayıp devamını getiremediğim 'Paris, I Love You'dan sonra, 'Cities of love' başlığı altında çekilen bu ikinci filmi sevdim. Özellikle Elizabeth ve Elizabeth: The Golden Age filmlerinin yönetmeni Shekhar Kapur, Natalie Portman ve Joshua Marston'ın yönettikleri kısımlar benim açımdan filmin etkileyici öyküleriydi. Her ne kadar, filmin açıklamasında, aşkı bulmak ortak tema olarak belirtilse de, farklı bakış açıları, bu temayı genişleterek, farklı vurgular oluşturabilmiş.

Biraz araştırınca, 'Cities of love' oluşumunun Rio, Şanghay ve Kudüs'te çekilecek filmlerle devam edeceğini öğrendim. Şehirlerin, hikayelere arka plan olmanın ötesine geçtiği filmler bu aralar revaçta. Woody Allen'ın Vicky Cristina Barcelona'sı ve Midnight in Paris'inden sonra, bu seri de 'şehir' vurgusunu kuvvetlendirmekte. Tabii, bunların altında turistik tanıtım ya da ileti kaygılı eğilimlerin bulunması da olası. 

Peki şehirler ne kadar önemli günlük yaşamımızda ? Gerçekten Paris'te yazar olmakla, Ankara'da yazar olmak arasında çok belirgin bir fark var mı ? Kuşkusuz ki yaşanılan ortamın; kişiliklerimiz, beklentilerimiz ve günlük hayat kalitesine olan etkileri yadsınamaz. Lakin, belli bir sınıflandırma yapmaya çalışmak sanırım, durumu tavuk-yumurta döngüsüne götürmekten ileri gitmez. Şehrin bireyleri şekillendirmesi gibi, bireyler de içinde yaşadıkları şehirleri şekillendiriyorlar. Ekonomi, bireylerin eğitim seviyesi, şehrin coğrafi özellikleri gibi bir sürü veriyi de işin içine katınca, durum bir insanın hikayesinden, bir şehre sonrasında da bir ülkenin hikayesine doğru gidiyor. Hikayeler güzel..İnsanlık halleri güzel..Güzel anlatıldıklarında, sanal da olsa bir paylaşım alanı yaratabiliyorlar...


Bu parçadan kısa bir bölüm filmde yer alıyordu...

18 Kasım 2011 Cuma

Frozen Planet (2011)

Through the Wormhole serisinden sonra, sanırım favori belgeselim Frozen Planet olacak. Az önce ilk bölümünü bitirdiğim belgeseli, daha önce bir çok belgeselin seslendirmesinde yer almış olan David Attenborough seslendiriyor. Belgesel BBC, Discovery Channel Canada, ZDF (Almanya), Skai TV (Yunanistan) ve Antena 3 (İspanya) ortak yapımı. İlk bölümü seyrederken, görüntülerin güzelliğine dalıp gitmenin yanı sıra bunları nasıl çekiyorlar acaba diye merak edip durdum. Bölümün sonunda ise, bu soruma cevap olaraktan, bu bölümü nasıl çektiklerini anlatan kısa bir kamera arkası çekimi de eklemişler. Belgesel bittiğinde, aklımdan geçen bir diğer soru şu oldu: 'Ben sadece 13'' ekranımdan seyrederken bile bu belgeseli, çeşitli dünyevi meselelerden uzaklaşıp, varoluşsal düşüncelere dalıp, bir kaç saat boyunca günlük yaşantıya uyum sağlamakta zorluk çekiyorsam, bu belgeselin yaratıcıları, geri döndükten sonra kendi hayatlarına nasıl uyum sağlıyorlar ?' Bu sorunun da cevabını bir belgesel şeklinde alabilirsem pek mutlu olacağım :P, :D. 

9 Kasım 2011 Çarşamba

“İnsanlığımızı, yıldızlara bakmamıza mı borçluyuz? Yoksa insan olduğumuz için mi yıldızlara bakarız ?”



Duvar adlı kasabada yaşayan Dunstan’ın, kasabanın diğer sakinlerine göre çok daha meraklı olduğu açıkça ortadaydı. Nitekim kasabaya adını veren duvarın arkasında ne olduğunu, duvarın öte yanına geçmenin neden yasak olduğunu herkesten çok o merak ediyordu. Kasabada varolan inanışa göre, duvarın öte tarafında gerçeküstü olayların yaşandığı sıradışı bir ülke vardı. Duvar bu ülkeye geçişi engellemek için bir bekçi tarafından sürekli korunmaktaydı. Fakat ne bekçi, ne de yıllardır süregelen yasak, Dunstan’a engel olamadı. Bir geceliğine duvardan geçmeyi başaran Dunstan, kendisini sihirli eşyaların satıldığı bir pazarda bulmuştu. Kısa süreli bu macera, Dunstan’ın sadece büyülü bir dünya keşfetmesiyle değil, pazarda karşılaştığı güzel bir prensesle beraber olmasıyla da sonlandı. Ertesi gün kasabaya geri dönen Dunstan, normal hayatına kaldığı yerden devam edeceğini düşünürken dokuz ay sonra bir sürprizle karşılaştı. Kapısına bırakılan bebek, kısa sürdüğünü düşündüğü macerasının bir ömür boyu süreceğini göstermekteydi. Bebeğin adı Tristan’dı ve büyüdüğünde tıpkı babası gibi merakına yenik düşecek, Victoria adlı sevdiği kızın kalbini kazanmak için duvarın öte tarafına düşen bir yıldızı getirmeye gidecekti. Ama duvarın öte tarafına yapılacak bu yolculuk, Tristan’ın sandığı kadar kolay değildi. Tristan’ın yaptığı plan daha ilk aşamada sekteye uğrayacak, düşen yıldızın bir meteor parçası değil; Yvaine adlı, insan formunda bir yıldız olduğu anlaşılacaktı. Yolculuğun ilerleyen kısımlarında Tristan’ın yaşadığı şaşkınlık daha da artacaktı, çünkü yıldızın peşinde olan sadece kendisi değildi. Bir yıldızın kalbini yiyerek tekrar genç olma hayalleri kuran üç yaşlı cadı ve Stormhold adlı ülkenin kralı olabilmek için Yvaine’in taşıdığı kolyeyi ele geçirmek zorunda olan Stormhold prensleri de yıldızın peşine düşeceklerdi. Tristan ve Yvaine, zorluklarla dolu maceralarında kimi zaman kendilerine yardımcı olacak Kaptan Shakespeare ve Prenses Una gibi karakterlerle karşılaşacaklar, kimi zaman da ölümden kıl payı kurtulacaklardı. Tristan’ın sevdiği kızla evlenebilmesi uğruna başlayan bu macera, aşkın anlamının sorgulandığı ve belki de insanoğlunun yıldızlara bakmayı neden bu kadar sevdiğinin cevap bulduğu bir yolculuğa dönüşecekti.

Tristan ve Yvaine’in hikayesinin anlatıldığı Yıldız Tozu (Stardust) 2007 yılı yapımı bir sinema filmi. Sinema seyircisi için yeni olan bu hikaye, aslında Neil Gaiman okurları için yeni değil. “Anansi Boys”, “American Gods” ve “Neverwhere” gibi kitapların yazarı ve 1991 yılında Dünya Fantezi Ödülünü almış olan “Sandman” adlı çizgi romanın yaratıcısı Neil Gaiman, fantezi ve edebiyat dünyasında oldukça başarılı bir isim. Yıldız Tozu da orjinalinde, Neil Gaiman’ın 1997 yılında dört bölüm şeklinde çıkardığı, Charles Vess tarafından resimlendirilen ve daha sonra kitap haline getirilen, yetişkinler için yazılmış bir masal. “Roman yazmak bir keşif yolculuğudur” diyen Neil Gaiman için son zamanlarda sinema da fantezi dünyasının yansıtıldığı bir başka yaratıcılık alanı. “Aynalı Maske” (2005) (Mirrormask) adlı filmin öyküsünü, geçtiğimiz aylarda sinemalarda gösterilen “Ölümsüz Savaşçı”nın (2007) (Beowulf) da senaryosunu yazan yazar, Yıldız Tozu’nun sinemaya uyarlanması için yönetmen ve senaryo yazarı olarak Matthew Vaughn’la çalışmış. Kitabın sinema versiyonu için hikayenin daha özet bir halinin kullanıldığını ve bazı yeni karakterlerin eklendiğini belirten Neil Gaiman, genel olarak bu projeden memnun kalmış.


Yıldız Tozu genel anlamda bir edebiyat yapıtı olarak değil de, bir sinema filmi olarak incelendiğinde, filmde yer alan karakter yapılarının aslında sinema dünyasında yer alan diğer karakter yapılarından pek farklı olmadığı görülebilir. Diğer filmlerin temelinde sıkça karşılaşılan dörtlü yapıyı burada da görmek mümkün. Carl Gustav Jung’un ortak bilinçdışı teorisiyle açıklanabilen dörtlü yapı; kahramanı, kötü karakteri, aşk ilişkisini ve yol gösteren karakteri içerir ve bu yapı filmdeki bütünlüğü sağlamak için gereklidir. Jung’a göre, bizden önce yaşayan insanların özellikleri, çevresel etkenler, kalıtım ve evrimleşme süreci içinde yaşananlar herkesin genlerinde varolduğu kadar bilinçdışında da varlığını sürdürmektedir. Herkesin bir anne babası, büyürken karşılaştığı sorunlar, hayal kırıklıkları, sevinçleri ve heyecanları vardır. Kişilerin isimleri, yaşadıkları yerler, konuştukları diller değişse de, yaşanılan ortak deneyimler değişmez. İşte Jung’a göre, bütün insanların bilinçdışında ortak olarak paylaştıkları bu deneyimler “kolektif/ortak bilinçdışı”’dır. Ortak bilinçdışında yer alan deneyimlerin temel figürlerine, ‘ilk örnek’ anlamına gelen “arketip” denir. Örneğin, her kültürde farklı bir toplumsal yeri olsa da, kiminde verimliliği ve gelişmeyi kiminde aşk ve üretimi simgelese de, insanların tümünde bir “anne” kavramı, yani bir anne arketipi vardır. Aynı şekilde kişinin toplum içinde edindiği farklı rolleri simgeleyen, gerektiğinde bir öğretmen, gerektiğinde bir sevgili rolü üstlenmesi sonucu oluşan kişiliğin farklı yönlerine “persona arketipi” denir. Persona sözcüğü, tiyatro oyunlarında takılan maske anlamına gelir. Bir diğer arketip “gölge”dir. Gölge, persona arketipinin karşıtı, kişinin farkında olmadığı diğer yüzüdür. Genelde istenmeyen, kabul görmeyen kişisel özelikleri içerir; insan bedeni nasıl bir karanlık yansımaya yani gölgeye sahipse aynı şekilde bilinç de karanlık bir yansımaya sahiptir. 
“Anima” ve “animus” arketipleri ise, kişilerin içinde yer alan karşı cinse ait özelliklerdir. Erkekler için anima, erkeklerin sahip oldukları sezgi, empati, özen gibi dişiye ait özelliklerdir. Kadınlarda ise animus, kadınların sahip oldukları cesaret, liderlik ve fiziksel güç gibi erkeğe ait özellikleri temsil eder. Nesiller boyunca bir arada yaşayan kadın ve erkek, birbirlerine ait bazı özellikler edinmişlerdir ve bu özellikler de birbirlerini daha iyi anlamalarını sağlamıştır. Dolayısıyla anima ve animus, persona ve gölge gibi insan yaşamının önemli parçalarıdır. Bunlar gibi çeşitli arketipler, insanlığın ortak bilinçdışında yer almaktadır ve yansımaları masal, mitoloji, edebiyat ve sinema gibi farklı dallarda görülür. Sinemadaki yansımaları da genelde, daha önce bahsedilen dörtlü yapı içinde olur. 
Jung’ a göre, kişinin ruhunda yer alan dört ana arketipin dengeli bir biçimde yer alması bütünleşmeyi sağlar. Bu arketipler gölge, anima/animus, kadınlar için yol gösterici, kollayıcı anne figürünün temsili Tanrıça arketipi, erkekler için de aynı şekilde baba figürünü temsil eden, akıllı yaşlı adam arketipidir. Bir filmi Jung’un bahsettiği bu dört arketipi içerecek şekilde bir bütün olarak değerlendirirsek, nasıl bir insan dengeyi sağlamak için dört arketipi ruhunda dengeli bir biçimde barındırmak zorundaysa, aynı şekilde filmler de seyircide dengeli bir bütünlük hissi uyandırmak için bu dörtlü yapıyı barındırmalıdırlar. Kişilerde persona, gölge, anima/animus, ve tanrıça/akıllı yaşlı adam şeklinde bulunan dörtlü yapı filmlerde kahraman, kötü karakter, aşk ilişkisi ve yol gösteren karaktere dönüşür. Filmde yer alan kahraman (persona); kötü karakter (gölge), yaşayacağı aşk ilişkisi (anima/animus) ve ona yol gösteren karakterle (tanrıça/akıllı yaşlı adam) dengeli ilişkiler kurmak ve bu ilişkilerin özelliklerini öykünün akışı boyunca kendi karakterinde harmanlamak zorundadır. Film boyunca kahraman, kötü karakterin ortaya çıkardığı sorunları çözer, kendi zayıf ve güçlü yanlarını bu mücadele sürecinde tanır, ona yol gösteren karakterden yardım alır ve beğendiği kızın gönlünü fetheder. Dörtlü yapı ancak bu şekilde tamamlanır ve film seyircide bir bütünlük hissi uyandırır. Filmin sonunda, kahraman gelişimini tamamlamış; amacına ulaşmıştır.


Yıldız Tozu bu özellikler göz önüne alınarak incelenirse, ana karakterlerden hem Tristan hem de Yvaine açısından film içinde dörtlü yapının iki farklı şekilde sağlandığı görülebilir. Jung’un tanımlamalarına uygun bir şekilde persona yani kahraman olarak Tristan ele alınırsa, Tristan bir kahramanda bulunabilecek mücadele etme isteği, kararlılık, cesaret ve güven gibi özelliklere sahiptir. Bu özelliklerini gölge arketipini temsilen filmde yer alan kötü karakterlerle olan mücadelesinde sürekli kullanmaktadır. Yvaine’nin peşinde olan yaşlı cadı ve Stormhold prensi filmde zıtlığı ve karşı görüşleri temsilen kötü karakterler olarak yer almaktadır ve Tristan film boyunca bu kötü karakterlerin yarattıkları bütün zorlukları aşabilmiştir. Bununla beraber Jung’un akıllı yaşlı adam arketipini temsilen yol gösterici bir karakter olan Kaptan Shakespeare, Tristan’ı gemisinde misafir etmiş ve ona kılıç kullanmayı öğreterek destek olmuştur. Böylece hem kötü karakterlerin yarattığı sorunlarda Tristan’a yardım etmiş hem de Tristan’ın duygusal olarak ne istediğini farketmesinde önemli bir rol oynamıştır. Filmde karşı cinse ait özellikleri içeren anima/animus’u temsilen yer alması gereken aşk ilişkisinde de, Tristan başlangıçta sevdiği kız olan Victoria’ya ulaşmayı amaçlarken sonrasında aslında Victoria’da aradığı özelliklerin olmadığını görmüş ve filmin sonunda da arzuladığı aşka ulaşabilmiştir. Kahraman (persona) olarak Yvaine ele alındığında ise, Yvaine’nin de Tristan’a benzer biçimde cesaretli, sağduyulu ve kararlı olduğu görülebilir. Yvaine kötü karakterlerden (gölge) biri olan yaşlı cadıya karşı direnebilmiş ve Prenses Una gibi kollayıcı anne figürüne uygun bir karakter (tanrıça/akıllı yaşlı adam) kendisine yardım etmiştir. Yvaine de Tristan gibi duygusal bir farkındalık yaşamış ve yıldız şeklinde yüzyıllardır gökyüzünden Dünya’yı seyretmesini dayanılabilir kılan tek şey olduğunu söylediği aşkı (anima/animus) sonunda kendisi de bulmuştur. Filmin sonunda her iki kahraman da iç dünyalarını daha iyi tanımış, kim oldukları ve ne istediklerine dair gelişimlerini tamamlamışlardır. Sonuçta da dörtlü yapı tamamlanmış ve seyircide bütünlük hissi uyandıran bir öykü ortaya çıkmıştır.

Yıldız Tozu her ne kadar karakter kurgusu bakımından diğer filmlere benzese de, onu bu kurgunun kullanıldığı gerçekçi filmlerden ayıran önemli bir özelliği, fantezi denilen gerçeküstü olayların konu edildiği bir türe tabi olmasıdır. Sinemada özellikle son on yılda “Yüzüklerin Efendisi” (Lord of the Rings) (2001), “Matrix” (1999), Harry Potter (2001), X-Men (2000), Narnia Günlükleri (The Chronicles of Narnia) (2005) ve Altın Pusula (Golden Compass) (2007) gibi filmlerin çekilmesiyle bu türün popülerliği artmış; görsel efekt teknolojisindeki son gelişmeler de, bu filmlerin çekiciliğinin artmasında önemli rol oynamıştır. Fantezi sinemasının hitap ettiği kitleler her ne kadar son zamanlarda genişlese de, aslında fantezi çeşitli alanlarda uzun zamandan beri varlığını sürdüren bir türdür. Romanlar, çizgi romanlar, tiyatro oyunları, hatta yıllarca önce yazılmış mitolojik öyküler ve masallar kendi içlerinde okuyuculara ve seyircilere fantezi türünün sayısız örneklerini sunarlar.

Sınırsız hayal gücü anlamına gelen fantezi sözcüğü, gerçekte varolmayan şeylerin, hayal dünyasında oluşunu ve bu dünyanın yaratıcı içeriklerini de kapsar. Psikoloji alanında, özellikle Freud’un çalışmalarında ise fantezi, normal hayallerin yanı sıra kişinin farkında olmadan, bilincinin dışında yer alan arzularının doyurulması ya da kişinin farkında olmadan yaşadığı iç çatışmaların dışavurumu olarak görülmektedir. Fantezi, kişilerin arzularıyla da yakından ilişkilidir. Eğer kişilerin arzuları, fanteziler yardımıyla dile getiriliyorsa bu noktada, günlük yaşamda yer alan fanteziler kişinin kendisi ve istekleri arasında bir aracı konumunda yer almaktadır. Bu bakış açısıyla, sinemada popülerliği gittikçe artan fantezi filmleri insanoğlunun korku ve arzularının yansıtıldığı, seyircilerin farkında oldukları ve olmadıkları kaygılarının giderildiği ve arzularının tatmin edildiği bir araç olarak değerlendirilebilir.

Fantezi filmlerini çekici kılan bir öğe de, seyircilere günlük hayatlarındaki sorunlardan kaçmak için bir fırsat sunmalarıdır. Aslında bu kaçışın gerçek bir kaçış mı, yoksa farkında olmaksızın yaşanılan bir yüzleşme mi olduğu bakış açısına göre değişebilir. Bir açıdan “Pan’ın Labirenti” (2006) (Pan's Labyrinth) adlı filmin yönetmeni Guillermo Del Toro’nun belirttiği üzere, “Hayatımızda teknolojinin yeri arttıkça ve inançlarımızın gizemi kayboldukça, içimizdeki boşluk da giderek artmaktadır. Ruhani varlıklar olarak bu boşluğu gelecek cep telefonu faturamızın ya da son çıkan Nintendo oyununun dışında, mitoloji ya da kozmoloji gibi bir şeye inanmaya imkan veren sistemlerle doldurmamız gerekmektedir. Fantezi filmleri ise, bu boşluğu doldurur. Bu filmler doğaüstü ya da büyüsel konuları şimdiye odaklanmış bezgin kuşak için erişebilir hale getirirler”.

Bir başka açıdan da, eğer fantezi filmleri Jung’un belirttiği üzere ortak bilinçdışının yansıması olarak kabul edilirse, seyircinin gidip seyrettiği temaların aslında ortak bilinçdışına ait kavramlar, sorunlar ya da mutluluklar olduğu düşünülebilir. Kavramların sadece yeri, zamanı ve varoluş şekli farklı, içerikleriyse aynıdır. Bu anlamda gerçeklikten kaçış değil, bir yüzleşme söz konusudur. Seyirci bu durumun farkında olmayabilir, çünkü büyücülerin, olağanüstü yetenekleri olan karakterlerin, değişik canlı türlerinin yer aldığı farklı bir evrende, gerçek dünyada yer alan savunma mekanizmalarının harekete geçmesi biraz daha zordur. Bu sayede, filmlerde yer alan karakterlerle özdeşim kurmak ve ardından özdeşim kurulan karakterin sorunlarını çözmesiyle gerçekleşecek olası rahatlama duygusunu yaşamak kolaylaşır.

Jostein Gaarder, “Sofi’nin Dünyası” adlı kitabında bir filozofun en büyük özelliğinin dünyayı yeni öğrenen bir çocuğun sahip olduğu ve daha sonra unuttuğu hayret etme özelliğini koruyabilmesi olduğunu söyler. İşte fantezi filmleri belki de, dünyanın gerçeklerine alışmamış, hala her şeyin olabileceğini düşünen ve uçan bir bardak görünce şaşırmayan seyircinin içindeki çocuğa seslendiği için bu kadar çekicidir. Fantezi filmleri, seyirciye sundukları sihir ve mucizelerle çocukluk yıllarından kalma arzuları doyurma imkanı yaratırken, bir yandan da yetişkinler dünyasına ait öğeleri kullanarak ortak bir buluşma noktası yaratmaktadırlar.

Yıldız Tozu da fantezi filmlerinin başarılı bir örneği olarak, hem gerçek dünyaya ait öğeleri hem de fantezi dünyasına ait öğeleri güzel bir şekilde bütünleştirmiş. Sonuçta da, hem seyretmesi keyifli hem de film bittikten sonra “Acaba buralarda da öyle bir duvar var mıdır?” sorusunu sorduran, bir süreliğine gerçek dünyanın maddesel soğukluğunu alıp götüren ve hayal gücünü tetikleyen bir film ortaya çıkmış.

“İnsanlığımızı yıldızlara bakmamıza mı borçluyuz? Yoksa insan olduğumuz için mi yıldızlara bakarız?”
“Gerçekten anlamsız. Yıldızlar da bize bakıyor mu? İşte, asıl soru bu.” 

Kaynakça

1. Indick, W. (2006). Senaryo Yazarları için Psikoloji. +1 Kitap Yayınları, İstanbul.
4. http://www.denverpost.com/entertainment/ci_6557055
5. http://www.neilgaiman.com/p/About%20Neil/Biography