3 Mart 2011 Perşembe

“Eğer ben kendim için değilsem, kimin içinim ? Ve eğer yalnızca kendim içinsem ben neyim ?”




 Bu yıl en iyi orjinal senaryo dalında Oscar'a aday olmuş Another Year’ı (2010) dün seyrettim. Daha önce Get Low ve Biutiful için yazdığım “insanlığın çok bilindik konularını, sade ve vurucu bir şekilde” ifade eden filmler kategorisine giren bu filmde, orta yaşın biraz üzerinde bir çiftin (Tom ve Gerri) hayatına bir sene boyunca misafir oluyoruz. Uyumlu ve huzurlu bu çift dışında, çiftin oğulları Joe ve arkadaşları Mary hikayelerine en çok tanık olduğumuz karakterler. Aslında film, “mutlu” Tom ve Gerri çiftinin “mutsuz” diğer karakterlerle olan gel-gitlerini konu alıyor diyebiliriz. Bu gel-gitler içerisinde en çok dikkati çeken de “yalnızlık” teması. Bu tema içerisinde en çok vurgulanan karakter de Mary. Tahminen 50’li yaşların başında olan Mary “yalnız ve güçlü bir kadınım ben değil mi” derken, söylediklerine kendisi bile inanmaz. Çiftin oğulları Joe dahil olmak üzere, neredeyse gördüğü her erkekle duygusal bir paylaşım içine girmeye çalışır, başarılı olamayınca da teselliyi bir klasik olarak alkolde arar. Filmi seyrederken, diğer yan karakterlerin de başa çıkmaya çalıştığı yalnızlık Mary’nin gözünden bakınca; buruk, tatsız, umutsuz ve acıdır.

Peki bu yalnızlık nasıl bir yalnızlıktır ? Varoluşsal, hepimizin nerede ve kiminle olursak olalım, zaman zaman derinden hissettiği bir yalnızlık mıdır, yoksa David Brooks’un dediği gibi We are not primarily self-contained individuals, we’re social animals not rational animals, we emerge out of relationships and we’re deeply interpenetrated one with another sosyal bir varlık oluşumuzdan dolayı insan sıcağına duyulan özlemi yansıtan yalnızlık mıdır ?

Varoluşsal yalıtım olarak da geçen varoluşsal yalnızlığı Irvin Yalom, “bireylerle girilen en doyurucu ilişki ve tam bir kendilik bilgisi ve bütünlüğe rağmen süren bir yalıtım” olarak tanımlar. Hatta “insan hayatından sorumlu olduğu derecede yalnızdır” diye de ekler. Bu yalnızlık çoğu zaman bastırdığımız, yüzleşmekten kaçındığımız, yüzleştiğimiz anlarda da kendimize, çevremize yabancılaştığımız bir yalnızlıktır. Erich Fromm bu duruma ait çaresizlik duygusunu şu şekilde tanımlamıştır: “Tek başınalığının ve ayrılığının, doğa ve toplumun güçleri karşısındaki çaresizliğinin farkında olmak, bütün bunlar ayrı bağımsız varoluşu dayanılmaz bir hapishane yapar”Bu çaresizlik aslında doğumla başlayan bir ikilemi beraberinde getirir. Kişinin büyüyüp, ailesinden etrafındaki insanlardan ayrışıp “birey” haline gelebilmesi için, kişilerarası ilişkilerden  çıkıp, olanak ve sorumluluklarının farkına varması gerekir. Lakin, bu durum kişinin varoluşsal yalnızlıkla baş başa kalması demektir. Dolayısıyla, kişinin önünde üç seçenek vardır; ya birey olmaktan vazgeçecek, ya birey olmayı seçerek varoluşsal yalnızlıkla yüzleşmekten kaçacak, ya da bununla yüzleşerek hayatına devam edecek. 

İlk seçenekte yer alan insanlar aslında “bağımlı” olarak adlandırılan bireylerdir. Bir diğeri için yaşarlar; annesi/babası, çocuğu, eşi ya da kardeşi...Kendi istek ve arzuları bastırılmış, bağımlı olunan kişinin arzu ve istekleri ilk sırayı almıştır. Irvin Yalom’un dediği gibi “Kuşkusuz ‘ben’ kaybolur, ama yalnızlık korkusu da”

İkinci seçenekte ise birey olmayı seçmek ama varoluşsal yalnızlıkla yüzleşmekten çeşitli yollarla kaçmak vardır. Bu yolların başında da sevgiyi aramak gelir. Lakin bu tür "sevgi aramanın" temelinde, bir başkasının gözünden seçilerek/değer verilerek, birinin varlığında “gerçekliğinin” onaylanması vardır.

“Canlı olduğunu hissetmek için diğerlerinin onayına gereksinim duyan birey tek başına olmaktan kaçınmalıdır...Yalnızlık başkalarıyla doldurulur; yalıtılmış zaman birşeylerle meşgul olunarak yok edilir (Tek başınalık cezası her zaman oldukça kötü bir ceza olmuştur.) Bazıları mevcut, yalnız andan kaçarak yalnızlıkla savaşırlar: (o sırada yaşantıları mutluluktan çok uzak olsa da) geçmişin mutlu anılarıyla kendilerini rahatlatırlar veya henüz gerçekleştirilmemiş planların hayali ganimetinin tadını çıkararak kendilerini geleceğe yöneltirler."


Son seçenekte ise, yalnızlıkla yüzleşmek ve kabul etmek vardır. “İnsanın yalnızlıkla karşılaşması için önce kendini diğerinden ayırması gerekir; insanın yalnızlığı yaşaması için önce yalnız olması gerekir...İnsanın en sonunda bir diğerine derin ve anlamlı bir biçimde bağlanmasını sağlayan şey yalnızlıkla yüzleşmektir”Erich Fromm’un olgun sevgi olarak tanımladığı sevgide “insanın bütünlüğünü, bireyselliğini koruma koşuluyla birleşmesi” söz konusudur. Bu sevgi edilgen değil etken bir sevgidir, tüketmeyi değil ‘vermeyi’ içerir, ihtiyaç söz konusu olduğunda ise, “seni seviyorum, çünkü sana ihtiyacım var” yerine “sana ihtiyacım var, çünkü seni seviyorum” der.

Filmimize geri dönecek olursak, bu boyutlar çerçevesinde Mary’nin kendi yalnızlığıyla yüzleşemediğini, çözümü başkalarında aradığını söylemek sanırım çok yanlış olmaz. “Var” olduğunun onaylanması için, birilerinin ona ihtiyaç duymasına gereksinimi vardır. Hem Gerri’ye hem Joe’ya “ben senin için buradayım, paylaşmak istediğin bir şey varsa paylaş” diyerek aslında “bana ihtiyaç duy” iletisini yansıtmaktadır. Ve ne yazık ki bu iki kişiden de aradığı cevapları alamaz. Bu bir yandan uygun şekilde ifade edildiğinde Mary’nin tüketmekten ziyade ‘verme’ potansiyelini de içermektedir fakat Mary bunu bir türlü olması gerektiği gibi yaşama geçirmeyi başaramaz.

Ve film Mary’nin buruk ve acı bakışlarıyla son bulur. Geriye de tanık olunan dört mevsimden, muhtemelen her seyredenin kendi hayatına dair sorduğu sorular kalır.





Kaynakça:

Varoluşçu Psikoterapi, Irvin Yalom
Sevme Sanatı, Erich Fromm

Hiç yorum yok: