9 Kasım 2011 Çarşamba

“İnsanlığımızı, yıldızlara bakmamıza mı borçluyuz? Yoksa insan olduğumuz için mi yıldızlara bakarız ?”



Duvar adlı kasabada yaşayan Dunstan’ın, kasabanın diğer sakinlerine göre çok daha meraklı olduğu açıkça ortadaydı. Nitekim kasabaya adını veren duvarın arkasında ne olduğunu, duvarın öte yanına geçmenin neden yasak olduğunu herkesten çok o merak ediyordu. Kasabada varolan inanışa göre, duvarın öte tarafında gerçeküstü olayların yaşandığı sıradışı bir ülke vardı. Duvar bu ülkeye geçişi engellemek için bir bekçi tarafından sürekli korunmaktaydı. Fakat ne bekçi, ne de yıllardır süregelen yasak, Dunstan’a engel olamadı. Bir geceliğine duvardan geçmeyi başaran Dunstan, kendisini sihirli eşyaların satıldığı bir pazarda bulmuştu. Kısa süreli bu macera, Dunstan’ın sadece büyülü bir dünya keşfetmesiyle değil, pazarda karşılaştığı güzel bir prensesle beraber olmasıyla da sonlandı. Ertesi gün kasabaya geri dönen Dunstan, normal hayatına kaldığı yerden devam edeceğini düşünürken dokuz ay sonra bir sürprizle karşılaştı. Kapısına bırakılan bebek, kısa sürdüğünü düşündüğü macerasının bir ömür boyu süreceğini göstermekteydi. Bebeğin adı Tristan’dı ve büyüdüğünde tıpkı babası gibi merakına yenik düşecek, Victoria adlı sevdiği kızın kalbini kazanmak için duvarın öte tarafına düşen bir yıldızı getirmeye gidecekti. Ama duvarın öte tarafına yapılacak bu yolculuk, Tristan’ın sandığı kadar kolay değildi. Tristan’ın yaptığı plan daha ilk aşamada sekteye uğrayacak, düşen yıldızın bir meteor parçası değil; Yvaine adlı, insan formunda bir yıldız olduğu anlaşılacaktı. Yolculuğun ilerleyen kısımlarında Tristan’ın yaşadığı şaşkınlık daha da artacaktı, çünkü yıldızın peşinde olan sadece kendisi değildi. Bir yıldızın kalbini yiyerek tekrar genç olma hayalleri kuran üç yaşlı cadı ve Stormhold adlı ülkenin kralı olabilmek için Yvaine’in taşıdığı kolyeyi ele geçirmek zorunda olan Stormhold prensleri de yıldızın peşine düşeceklerdi. Tristan ve Yvaine, zorluklarla dolu maceralarında kimi zaman kendilerine yardımcı olacak Kaptan Shakespeare ve Prenses Una gibi karakterlerle karşılaşacaklar, kimi zaman da ölümden kıl payı kurtulacaklardı. Tristan’ın sevdiği kızla evlenebilmesi uğruna başlayan bu macera, aşkın anlamının sorgulandığı ve belki de insanoğlunun yıldızlara bakmayı neden bu kadar sevdiğinin cevap bulduğu bir yolculuğa dönüşecekti.

Tristan ve Yvaine’in hikayesinin anlatıldığı Yıldız Tozu (Stardust) 2007 yılı yapımı bir sinema filmi. Sinema seyircisi için yeni olan bu hikaye, aslında Neil Gaiman okurları için yeni değil. “Anansi Boys”, “American Gods” ve “Neverwhere” gibi kitapların yazarı ve 1991 yılında Dünya Fantezi Ödülünü almış olan “Sandman” adlı çizgi romanın yaratıcısı Neil Gaiman, fantezi ve edebiyat dünyasında oldukça başarılı bir isim. Yıldız Tozu da orjinalinde, Neil Gaiman’ın 1997 yılında dört bölüm şeklinde çıkardığı, Charles Vess tarafından resimlendirilen ve daha sonra kitap haline getirilen, yetişkinler için yazılmış bir masal. “Roman yazmak bir keşif yolculuğudur” diyen Neil Gaiman için son zamanlarda sinema da fantezi dünyasının yansıtıldığı bir başka yaratıcılık alanı. “Aynalı Maske” (2005) (Mirrormask) adlı filmin öyküsünü, geçtiğimiz aylarda sinemalarda gösterilen “Ölümsüz Savaşçı”nın (2007) (Beowulf) da senaryosunu yazan yazar, Yıldız Tozu’nun sinemaya uyarlanması için yönetmen ve senaryo yazarı olarak Matthew Vaughn’la çalışmış. Kitabın sinema versiyonu için hikayenin daha özet bir halinin kullanıldığını ve bazı yeni karakterlerin eklendiğini belirten Neil Gaiman, genel olarak bu projeden memnun kalmış.


Yıldız Tozu genel anlamda bir edebiyat yapıtı olarak değil de, bir sinema filmi olarak incelendiğinde, filmde yer alan karakter yapılarının aslında sinema dünyasında yer alan diğer karakter yapılarından pek farklı olmadığı görülebilir. Diğer filmlerin temelinde sıkça karşılaşılan dörtlü yapıyı burada da görmek mümkün. Carl Gustav Jung’un ortak bilinçdışı teorisiyle açıklanabilen dörtlü yapı; kahramanı, kötü karakteri, aşk ilişkisini ve yol gösteren karakteri içerir ve bu yapı filmdeki bütünlüğü sağlamak için gereklidir. Jung’a göre, bizden önce yaşayan insanların özellikleri, çevresel etkenler, kalıtım ve evrimleşme süreci içinde yaşananlar herkesin genlerinde varolduğu kadar bilinçdışında da varlığını sürdürmektedir. Herkesin bir anne babası, büyürken karşılaştığı sorunlar, hayal kırıklıkları, sevinçleri ve heyecanları vardır. Kişilerin isimleri, yaşadıkları yerler, konuştukları diller değişse de, yaşanılan ortak deneyimler değişmez. İşte Jung’a göre, bütün insanların bilinçdışında ortak olarak paylaştıkları bu deneyimler “kolektif/ortak bilinçdışı”’dır. Ortak bilinçdışında yer alan deneyimlerin temel figürlerine, ‘ilk örnek’ anlamına gelen “arketip” denir. Örneğin, her kültürde farklı bir toplumsal yeri olsa da, kiminde verimliliği ve gelişmeyi kiminde aşk ve üretimi simgelese de, insanların tümünde bir “anne” kavramı, yani bir anne arketipi vardır. Aynı şekilde kişinin toplum içinde edindiği farklı rolleri simgeleyen, gerektiğinde bir öğretmen, gerektiğinde bir sevgili rolü üstlenmesi sonucu oluşan kişiliğin farklı yönlerine “persona arketipi” denir. Persona sözcüğü, tiyatro oyunlarında takılan maske anlamına gelir. Bir diğer arketip “gölge”dir. Gölge, persona arketipinin karşıtı, kişinin farkında olmadığı diğer yüzüdür. Genelde istenmeyen, kabul görmeyen kişisel özelikleri içerir; insan bedeni nasıl bir karanlık yansımaya yani gölgeye sahipse aynı şekilde bilinç de karanlık bir yansımaya sahiptir. 
“Anima” ve “animus” arketipleri ise, kişilerin içinde yer alan karşı cinse ait özelliklerdir. Erkekler için anima, erkeklerin sahip oldukları sezgi, empati, özen gibi dişiye ait özelliklerdir. Kadınlarda ise animus, kadınların sahip oldukları cesaret, liderlik ve fiziksel güç gibi erkeğe ait özellikleri temsil eder. Nesiller boyunca bir arada yaşayan kadın ve erkek, birbirlerine ait bazı özellikler edinmişlerdir ve bu özellikler de birbirlerini daha iyi anlamalarını sağlamıştır. Dolayısıyla anima ve animus, persona ve gölge gibi insan yaşamının önemli parçalarıdır. Bunlar gibi çeşitli arketipler, insanlığın ortak bilinçdışında yer almaktadır ve yansımaları masal, mitoloji, edebiyat ve sinema gibi farklı dallarda görülür. Sinemadaki yansımaları da genelde, daha önce bahsedilen dörtlü yapı içinde olur. 
Jung’ a göre, kişinin ruhunda yer alan dört ana arketipin dengeli bir biçimde yer alması bütünleşmeyi sağlar. Bu arketipler gölge, anima/animus, kadınlar için yol gösterici, kollayıcı anne figürünün temsili Tanrıça arketipi, erkekler için de aynı şekilde baba figürünü temsil eden, akıllı yaşlı adam arketipidir. Bir filmi Jung’un bahsettiği bu dört arketipi içerecek şekilde bir bütün olarak değerlendirirsek, nasıl bir insan dengeyi sağlamak için dört arketipi ruhunda dengeli bir biçimde barındırmak zorundaysa, aynı şekilde filmler de seyircide dengeli bir bütünlük hissi uyandırmak için bu dörtlü yapıyı barındırmalıdırlar. Kişilerde persona, gölge, anima/animus, ve tanrıça/akıllı yaşlı adam şeklinde bulunan dörtlü yapı filmlerde kahraman, kötü karakter, aşk ilişkisi ve yol gösteren karaktere dönüşür. Filmde yer alan kahraman (persona); kötü karakter (gölge), yaşayacağı aşk ilişkisi (anima/animus) ve ona yol gösteren karakterle (tanrıça/akıllı yaşlı adam) dengeli ilişkiler kurmak ve bu ilişkilerin özelliklerini öykünün akışı boyunca kendi karakterinde harmanlamak zorundadır. Film boyunca kahraman, kötü karakterin ortaya çıkardığı sorunları çözer, kendi zayıf ve güçlü yanlarını bu mücadele sürecinde tanır, ona yol gösteren karakterden yardım alır ve beğendiği kızın gönlünü fetheder. Dörtlü yapı ancak bu şekilde tamamlanır ve film seyircide bir bütünlük hissi uyandırır. Filmin sonunda, kahraman gelişimini tamamlamış; amacına ulaşmıştır.


Yıldız Tozu bu özellikler göz önüne alınarak incelenirse, ana karakterlerden hem Tristan hem de Yvaine açısından film içinde dörtlü yapının iki farklı şekilde sağlandığı görülebilir. Jung’un tanımlamalarına uygun bir şekilde persona yani kahraman olarak Tristan ele alınırsa, Tristan bir kahramanda bulunabilecek mücadele etme isteği, kararlılık, cesaret ve güven gibi özelliklere sahiptir. Bu özelliklerini gölge arketipini temsilen filmde yer alan kötü karakterlerle olan mücadelesinde sürekli kullanmaktadır. Yvaine’nin peşinde olan yaşlı cadı ve Stormhold prensi filmde zıtlığı ve karşı görüşleri temsilen kötü karakterler olarak yer almaktadır ve Tristan film boyunca bu kötü karakterlerin yarattıkları bütün zorlukları aşabilmiştir. Bununla beraber Jung’un akıllı yaşlı adam arketipini temsilen yol gösterici bir karakter olan Kaptan Shakespeare, Tristan’ı gemisinde misafir etmiş ve ona kılıç kullanmayı öğreterek destek olmuştur. Böylece hem kötü karakterlerin yarattığı sorunlarda Tristan’a yardım etmiş hem de Tristan’ın duygusal olarak ne istediğini farketmesinde önemli bir rol oynamıştır. Filmde karşı cinse ait özellikleri içeren anima/animus’u temsilen yer alması gereken aşk ilişkisinde de, Tristan başlangıçta sevdiği kız olan Victoria’ya ulaşmayı amaçlarken sonrasında aslında Victoria’da aradığı özelliklerin olmadığını görmüş ve filmin sonunda da arzuladığı aşka ulaşabilmiştir. Kahraman (persona) olarak Yvaine ele alındığında ise, Yvaine’nin de Tristan’a benzer biçimde cesaretli, sağduyulu ve kararlı olduğu görülebilir. Yvaine kötü karakterlerden (gölge) biri olan yaşlı cadıya karşı direnebilmiş ve Prenses Una gibi kollayıcı anne figürüne uygun bir karakter (tanrıça/akıllı yaşlı adam) kendisine yardım etmiştir. Yvaine de Tristan gibi duygusal bir farkındalık yaşamış ve yıldız şeklinde yüzyıllardır gökyüzünden Dünya’yı seyretmesini dayanılabilir kılan tek şey olduğunu söylediği aşkı (anima/animus) sonunda kendisi de bulmuştur. Filmin sonunda her iki kahraman da iç dünyalarını daha iyi tanımış, kim oldukları ve ne istediklerine dair gelişimlerini tamamlamışlardır. Sonuçta da dörtlü yapı tamamlanmış ve seyircide bütünlük hissi uyandıran bir öykü ortaya çıkmıştır.

Yıldız Tozu her ne kadar karakter kurgusu bakımından diğer filmlere benzese de, onu bu kurgunun kullanıldığı gerçekçi filmlerden ayıran önemli bir özelliği, fantezi denilen gerçeküstü olayların konu edildiği bir türe tabi olmasıdır. Sinemada özellikle son on yılda “Yüzüklerin Efendisi” (Lord of the Rings) (2001), “Matrix” (1999), Harry Potter (2001), X-Men (2000), Narnia Günlükleri (The Chronicles of Narnia) (2005) ve Altın Pusula (Golden Compass) (2007) gibi filmlerin çekilmesiyle bu türün popülerliği artmış; görsel efekt teknolojisindeki son gelişmeler de, bu filmlerin çekiciliğinin artmasında önemli rol oynamıştır. Fantezi sinemasının hitap ettiği kitleler her ne kadar son zamanlarda genişlese de, aslında fantezi çeşitli alanlarda uzun zamandan beri varlığını sürdüren bir türdür. Romanlar, çizgi romanlar, tiyatro oyunları, hatta yıllarca önce yazılmış mitolojik öyküler ve masallar kendi içlerinde okuyuculara ve seyircilere fantezi türünün sayısız örneklerini sunarlar.

Sınırsız hayal gücü anlamına gelen fantezi sözcüğü, gerçekte varolmayan şeylerin, hayal dünyasında oluşunu ve bu dünyanın yaratıcı içeriklerini de kapsar. Psikoloji alanında, özellikle Freud’un çalışmalarında ise fantezi, normal hayallerin yanı sıra kişinin farkında olmadan, bilincinin dışında yer alan arzularının doyurulması ya da kişinin farkında olmadan yaşadığı iç çatışmaların dışavurumu olarak görülmektedir. Fantezi, kişilerin arzularıyla da yakından ilişkilidir. Eğer kişilerin arzuları, fanteziler yardımıyla dile getiriliyorsa bu noktada, günlük yaşamda yer alan fanteziler kişinin kendisi ve istekleri arasında bir aracı konumunda yer almaktadır. Bu bakış açısıyla, sinemada popülerliği gittikçe artan fantezi filmleri insanoğlunun korku ve arzularının yansıtıldığı, seyircilerin farkında oldukları ve olmadıkları kaygılarının giderildiği ve arzularının tatmin edildiği bir araç olarak değerlendirilebilir.

Fantezi filmlerini çekici kılan bir öğe de, seyircilere günlük hayatlarındaki sorunlardan kaçmak için bir fırsat sunmalarıdır. Aslında bu kaçışın gerçek bir kaçış mı, yoksa farkında olmaksızın yaşanılan bir yüzleşme mi olduğu bakış açısına göre değişebilir. Bir açıdan “Pan’ın Labirenti” (2006) (Pan's Labyrinth) adlı filmin yönetmeni Guillermo Del Toro’nun belirttiği üzere, “Hayatımızda teknolojinin yeri arttıkça ve inançlarımızın gizemi kayboldukça, içimizdeki boşluk da giderek artmaktadır. Ruhani varlıklar olarak bu boşluğu gelecek cep telefonu faturamızın ya da son çıkan Nintendo oyununun dışında, mitoloji ya da kozmoloji gibi bir şeye inanmaya imkan veren sistemlerle doldurmamız gerekmektedir. Fantezi filmleri ise, bu boşluğu doldurur. Bu filmler doğaüstü ya da büyüsel konuları şimdiye odaklanmış bezgin kuşak için erişebilir hale getirirler”.

Bir başka açıdan da, eğer fantezi filmleri Jung’un belirttiği üzere ortak bilinçdışının yansıması olarak kabul edilirse, seyircinin gidip seyrettiği temaların aslında ortak bilinçdışına ait kavramlar, sorunlar ya da mutluluklar olduğu düşünülebilir. Kavramların sadece yeri, zamanı ve varoluş şekli farklı, içerikleriyse aynıdır. Bu anlamda gerçeklikten kaçış değil, bir yüzleşme söz konusudur. Seyirci bu durumun farkında olmayabilir, çünkü büyücülerin, olağanüstü yetenekleri olan karakterlerin, değişik canlı türlerinin yer aldığı farklı bir evrende, gerçek dünyada yer alan savunma mekanizmalarının harekete geçmesi biraz daha zordur. Bu sayede, filmlerde yer alan karakterlerle özdeşim kurmak ve ardından özdeşim kurulan karakterin sorunlarını çözmesiyle gerçekleşecek olası rahatlama duygusunu yaşamak kolaylaşır.

Jostein Gaarder, “Sofi’nin Dünyası” adlı kitabında bir filozofun en büyük özelliğinin dünyayı yeni öğrenen bir çocuğun sahip olduğu ve daha sonra unuttuğu hayret etme özelliğini koruyabilmesi olduğunu söyler. İşte fantezi filmleri belki de, dünyanın gerçeklerine alışmamış, hala her şeyin olabileceğini düşünen ve uçan bir bardak görünce şaşırmayan seyircinin içindeki çocuğa seslendiği için bu kadar çekicidir. Fantezi filmleri, seyirciye sundukları sihir ve mucizelerle çocukluk yıllarından kalma arzuları doyurma imkanı yaratırken, bir yandan da yetişkinler dünyasına ait öğeleri kullanarak ortak bir buluşma noktası yaratmaktadırlar.

Yıldız Tozu da fantezi filmlerinin başarılı bir örneği olarak, hem gerçek dünyaya ait öğeleri hem de fantezi dünyasına ait öğeleri güzel bir şekilde bütünleştirmiş. Sonuçta da, hem seyretmesi keyifli hem de film bittikten sonra “Acaba buralarda da öyle bir duvar var mıdır?” sorusunu sorduran, bir süreliğine gerçek dünyanın maddesel soğukluğunu alıp götüren ve hayal gücünü tetikleyen bir film ortaya çıkmış.

“İnsanlığımızı yıldızlara bakmamıza mı borçluyuz? Yoksa insan olduğumuz için mi yıldızlara bakarız?”
“Gerçekten anlamsız. Yıldızlar da bize bakıyor mu? İşte, asıl soru bu.” 

Kaynakça

1. Indick, W. (2006). Senaryo Yazarları için Psikoloji. +1 Kitap Yayınları, İstanbul.
4. http://www.denverpost.com/entertainment/ci_6557055
5. http://www.neilgaiman.com/p/About%20Neil/Biography

Hiç yorum yok: