19 Ekim 2011 Çarşamba

biutiful.


Yaşamak. Varolmak. Ölmek.
Süresi değişse de, en azından doğanların, bir süre yaşayacağı ve öleceği kesin. Peki ya varolmak ? İşin felsefi kısmına gelmeden, psikoloji camiasından, Erik Erikson'un psikososyal gelişim kuramının sekizinci evresinden bahsedebilirim. Sekizinci evrede, Erikson bu döneme gelmiş kişinin (65 yaş üstü), hayatının muhasebesini yaparak, anlamlı ve değerli bir hayat geçirip geçirmediğini sorgulayacağını, verdiği cevaba göre de, ya kendini yapmak istediklerini yapmış bir şekilde, "bütün" olarak hissedeceğini, ya da geriye dönmenin imkansızlığı içinde umutsuzluğun kapılarını açacağını söyler. Bir diğer deyişle Erikson, kişinin kendisine "var oldum" mu diye soracağından bahseder. Varolmak; fiziksel olarak çok kolay "var" diyebildiğimiz, zihinsel olarak ise belki de peşinden koştuğumuz bir kavram. Daha da ilginci, bu kavramı açıklamaya girişmeden, akla hemen başka bir sorunun gelebilecek olması. Neden "var olmalıyım" ? Amaç ne ? 

Bu anlam arayışını, Irvin Yalom, Alan Wheelis'in The Listener adlı kitabından, yazarın köpeğiyle ilgili bir alıntı yaparak şöyle örneklendirir:
"Sonra eğilip yerden bir sopa alırsam hemen düşüyor önüme. İşte beklenen büyük şey gerçekleşti. Bir misyonu var artık onun...Gerçi bu misyon üzerine düşünmek asla aklına gelmiyor. Tek ama tek düşündüğü, misyonu yerine getirmek. O sopaya ulaşabilmek için koşarak veya yüzerek her mesafeyi alabilir, her engelin altından veya üstünden geçebilir. 
Sopaya ulaştığı anda da alıp geri getiriyor onu: Ne de olsa misyonu, sopayı ele geçirmek değil sadece, geri getirmek. Yine de bana yaklaştıkça hareketleri yavaşlıyor. Sopayı bana vererek görevini tamamlamak istiyor ama, bir yandan da misyonunu tamamlamış olma, tekrar bekleme durumuna geçme düşüncesinden nefret ediyor: Kendi benliğinin ötesinde bir şeylerin hizmetinde olmak, benim için olduğu kadar onun için de önemli. Ben hazır olana kadar beklemek zorunda. Ne mutlu ki ona kendisi için bir sopa fırlatacak biri var hayatında." Yalom, bu bölümü okuduktan sonra şöyle der: "Hangimizin aklından geçmemiştir ki bu dilek: Birisi çıkıp benim sopamı fırlatsa". 

 Başka bir kitapta, Albert Camus, Sisifos'tan bahseder. Mitolojik bir kahraman olan Sisifos, Tanrıları kızdırdığı için cezalandırılır. Cezası da, sonsuza dek, bir tepenin eteğinden zirvesine kadar ağır bir kayayı çıkarmak, sonra kayanın kendi ağırlıyla aşağıya yuvarlanması ve Sisifos'un tekrar tekrar onu yukarıya taşımasıdır. İlk başta tam anlamıyla işkence gibi gözüken bu cezaya, Camus farklı bir yorum getirir:
"Sisifos'un tüm sessiz sevinci buradadır: yazgısı kendisinindir. Kayası kendi nesnesidir.....Bu taşın ufak parçalarının her biri, bu karanlık dağın her madensel parıltısı, tek başına bir dünya oluşturur. Tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insan yüreğini doldurmaya yeter. Sisifos'u mutlu olarak tasarlamak gerekir." Irvin Yalom'un belirttiği gibi, Tanrılar Sisifos'a aslında bir sopa fırlatmışlardır. Sisifos'un sonsuza dek sürecek bir amacı vardır artık. Yaşamının anlamını bu amaç içinde arayacaktır.

Bu örneklerde görüldüğü gibi Yalom, dünyada varoluş olarak önceden tasarlanmış bir görevimiz olmadığını, dolayısıyla bunun farkında olan bireylerin kaçınılmaz bir anlam arayışı içinde olacağını vurgular. Camus, ise amaçsız gelinen bu dünyada; doğmak ve ölmek, yemek ve içmek, uyumak ve uyanmak gibi sayısız rutin arasında, bir amaç bulunabileceğini bunun da "varolmak" olduğunu, farkındalığın ve bu rutinlerle yüzleşmenin ilk adımlar olduğunu söyler: "Sisifos'un tüm sessiz sevinci buradadır: yazgısı kendisinindir. Kayası kendi nesnesidir. Aynı biçimde, uyumsuz insan da sıkıntısı üzerinde gözleme başladığı zaman, tüm putları susturur. Birdenbire sessizliğine bırakılmış evrende, yeryüzünün binlerce hafif, hayran sesi yükselir. Bilinçsiz ve gizli seslenişler, tüm yüzlerin çağrıları, bunlar için kaçınılmaz ters yüzü ve yenginin pahasıdır. Gölgesiz güneş yoktur. Ve geceyi tanımak gerektir". 

Sisifos ve sopasının peşinde koşan köpek, uzun zamandır aklımın bir ucunda dururken, Bahar Muratoğlu'nun yazdığı şöyle bir yazıya denk geldim:

"Milan Kundera, Yavaşlık isimli romanında, "varoluşun matematiği" diye bir şeyden bahseder ve hatırlama ile unutma, hız ile yavaşlık arasında bir denklem kurar. 

"Yavaşlığın düzeyi anının yoğunluğuyla doğru orantılıdır; hızın düzeyi unutmanın yoğunluğuyla doğru orantılıdır. Yavaşlıkla anımsama, hız ile unutma arasında gizli bir ilişki vardır. Bir şey anımsamak isteyen kimse yürüyüşünü yavaşlatır. Buna karşılık, az önce yaşadığı kötü bir olayı unutmaya çalışan insan elinde olmadan yürüyüşünü hızlandırır." (Kundera)

Çağımız zaten unutma çağı. Aynı zamanda da hız çağı. Hem bireysel düzlemde, hem de toplumsal düzende, Kundera'yı haklı çıkaran bir dünyadayız. Hem unutmamız isteniyor ve her şey hızla değiştiriliyor. Hem de biz unutmak istiyoruz ve koşturup duruyoruz. Medyadan devamlı üzerimize akan enformasyon bir öncekini unutturmuyor mu? Toplumsal hafızamız bu şekilde zayıflamıyor mu?

Bir tarafta da kendini, geçmişi ya da şimdiyi, mükemmel olmayan hayatı unutmak için "hızlı yaşamaya" sarılanlar var. Bu hız belli bir oranda kaçış sağlıyor belki, ama aynı zamanda da reddetme ile bağlantılı. Reddetmek de yok etmeye yardımcı olmuyor. Öyleyse "hız"lı insanın sorunu var olanı, varoluşunu kabullenememek diyebilir miyiz? Peki sonsuza kadar koşabilir miyiz, yorulmaz mıyız? Yorulmasak bile, sonsuza kadar koşmak, sonsuza kadar unutma sözü verebilir mi?

Anımsamak istemesek bile, kabullenerek ve varoluşumuzun, var olanın içinde sakince kalmayı başararak yavaşlayabilir miyiz?  Reddetmeden, kaçmadan, belki değişim gücünü de bularak yavaşlığa adım atabilir miyiz?
Bence evet. Kundera'nın matematiğine katılıyorum, ama bence eklenmesi gereken nokta bu. İnsan varoluşunun gücü, aslında kendini anımsamak istemediği anlarda bile yavaşlatmaya yeter. Ancak insan, koşarken zaman zaman bunu da unutur.

Öte yandan yavaşlık, bence farkındalığın da arttığı bir yer. Yavaş bir varoluş, olan biteni ve ayrıntıları daha fazla fark etme olanağı sağlıyor. Koşarken kaçırdıklarımızı yakalama şansı veriyor. Yavaşlığın armağanı budur: Anın tadını çıkarma, anın içinde olma. Uçup gideceğini, geri gelmeyeceğini bildiklerimize yakından bakma imkanına sahip olma... "

Bütün bunların üstüne bir de Biutiful adlı filmi seyredince, kafamda hayata dair varolan herşey daha da bütünleşti.
Biutiful; Ameros Perros, 21 Gram ve Babil'in yönetmeni olan Alejandro Gonzalez Inarritu'nun çok etkileyici olmayı başaran bir başka filmi. Filmi seyrederken, bunun bir film olduğunu unutup, Uxbal'ın hayatını bir köşeden seyrediyormuş gibi hissettim. Soruların da, cevapların da seyredene ait olduğu, yorumsuz bir hayat kesiti. Sanırım, sonrasında "filmi nasıl buldun" sorusuna verecek cevabımın olmaması da bundan dolayıydı. İki ay ömrü kaldığını öğrenen Uxbal'ın, çocuklarıyla olan ilişkisi, işini devam ettirmeye çalışması, karısı ve ağabeyiyle olan ilişkisi, filmde verilen yan hayat hikayeleri, Uxbal'ın bazı ölülerle iletişim kurabiliyor olması; hepsi aslında "ölümlü" ve "rutin" hayatımızla bir kez daha yüzleştiriyor. Kendimce bu filmi "zınk" diye kalınan filmler kategorisine yerleştirdim.

Bana da geriye, sorularım ve cevaplarımla, Erik Erikson'ın sekizinci evresi, Sisifos, sopasını geri getirmeye çalışan köpek, varoluşun matematiği ve Uxbal'la beraber yaşamaya devam etmek kaldı.

Hiç yorum yok: