'Bilinmeyen hepimizi korkutuyor, ama içinin sesini dinleyene, korkmanın yanı sıra 'korksan da dene' diyen sessiz bir ses eşlik edebiliyor. Sonra da bilinmeyeni keşfetmek üzere olmanın ürküntülü heyecanı ve hayatın kendisi. Risk alarak yaşamayı göze alabildiğimiz oranda hikayelerimiz de artıyor, 'gölge'mizi daha yakından tanıyabiliyoruz.'
Keriman Halis Ece Tamer'i Türkiye'nin ilk dünya güzeli olması dolayısıyla biliyorum. Onun dışında kendisiyle ilgili bir bilgim yok. Dün ölüm haberini aldıktan sonra, 1913 doğumlu olduğunu ve 99 yaşında vefat ettiğini fark edince üzüldüm. Niye mi ? Sanki o yılları gören insanların kayıp gitmesiyle, o dönemler de gidecekmiş gibi hissettiğimden. Normalde, öğretim içerisinde yer alması gereken tarih bilgisi ve bu konudaki kişisel bilinçle, yaşam-ölüm sürecinin doğal akışıyla gelen ölümlere rağmen, dönemlerin ve yaşanmışlıkların varolmaya devam etmesi gerekir. Tabii ki, ülkemde bu böyle işlemiyor. Diğer ülkelerde de istisnalar hariç pek farklı değil.
İnsanoğlu yine, doğal sürecin bir gereği olarak kendi yaşadığı çocukluk ve gençlik dönemini, bir sonraki kuşakla kıyasladığında, daha iyi olarak nitelemek eğilimindedir. Bu dönemlerde, anılar düşüncelerden ziyade duygularla eşleşirler. Dolayısıyla, geriye dönüp bakıldığında, bu duygular aktive olur ve -istisnalar hariç- sorumlulukların olmadığı, yetişkin dünyasının oyunlarıyla tanışılmadığı dönemler, şimdiye göre daha güzel hatırlanır. 'Nerede çocukluğumun bayramları' edasıyla...
Bu doğal süreci bırakabildiğim kadar bir kenara bırakmaya çalışıp, bir durum değerlendirmesi yapmaya çalıştığımda, günümüz dünyasıyla ilgili beni rahatsız eden şey, 'küreselleşme' denen olgunun hayatımıza girmesiyle, bilgiye erişimimizin arttığı oranda, eğitim ve öğretim süreçlerinin içlerinin boşaltılması, 'insan' olma ve varoluşumuzu kavrama yolunda bir arpa boyu yol bile gidilememesi...
Kişiliğimizi oluşturan, 'ben' buyum dediğimiz şey, büyük ölçüde belleğimizde kendimizle ilgili sakladığımız bilgilerden, yaşanmışlıklardan ve duygulardan oluşmaktadır. Yaşamsal olayları, çocukluğumuzda oluşturduğumuz şemaları bir kenarda tuttuğumuzda, yaşama 'ben'le barışık olarak devam edebilmek, 'ben'in şu ana kadar yaşadıklarını gözden geçirip, olumlu ve olumsuz olayları, duyguları değerlendirip, kabul edip, sonrası için notlar çıkarıp, yoluna devam etmeye bağlıdır. Bu süreçte sorun yaşandığında, örneğin travmatik yaşantılarda, bireyin ruh sağlığını koruyabilmesi, bu yaşantılarla yüzleşebilmesine dayanmaktadır. Kaynağı her ne olursa olsun, göz ardı ettiğimiz, bastırdığımız, kaçındığımız her türlü yaşantı sırtımızda taşıdığımız yüktür.
Toplumsal bilincin, kimliğin de bundan pek farklı olduğunu düşünmüyorum. Bir ülkenin yoluna, verdiği kararlar ne olursa olsun, 'sağlıklı' bir biçimde devam edebilmesi için, o ülkenin bireylerinin, ülke tarihini iyi bilmesi, olumlu/olumsuz olarak değerlendirdikleri ne varsa bunlarla yüzleşmeleri gerekir. Bu bilincin yerleşmesi ise tarih bilgisinden önce tarih bilincine bağlıdır. Maalesef, hem dünyada hem de ülkemde bu bilinç sistematik bir şekilde yok sayılıyor.
Durum böyle olunca, bir devrin tanıkları göçüp gittikçe, sanki o devir de yavaş yavaş eriyip gidiyor...Her ne kadar, yazılı/sözlü eserler, sanat yapıtları bırakılsa da, bakan olmadıkça ne fayda..
Taşınma durumunda, en zor gelen şeylerden biri, neleri götüreceğime neleri atacağıma karar vermek. Bin sene öncesinden kalmış ders notları, defterler, makaleler...bir de günlükler...e tabii somut olarak onları atsam da soyut olarak kafamda götüreceklerim var, onlara karar vermek biraz daha zor...
yağ satarım bal satarım
Ayıklama işlemine başlayınca farkettim ki, sandığımdan çok daha fazla şeyi, büyük bir rahatlıkla atabiliyorum...anlaşılan o ki giderken arkamda pek de 'unfinished business' bırakmayacağım...öngördüğümden çok daha fazla şey miadını doldurmuş benim için. Sevindirici. Tükenmişlikler anlamında tabii ki üzücü fakat oyunları hiç bir zaman tek başımıza oynamıyoruz. Diğer oyuncular pes etmeyi ya da bırakıp gitmeyi seçtiklerinde veya siz o noktaya geldiğinizde, oyun biter. Hayat dediğimiz şey de böyle devam etmez mi ?...Tabii ki, kendi içinizde oyunu devam ettirmeye karar verebilirsiniz, sadece karşı tarafın/tarafların artık bunu bilmesine gerek kalmamıştır.
Daha önce bir yazımda bahsetmiştim. Psikolojide 'family sayings' diye bir kavram var. Ailelerimizde çocukluğumuzdan beri yankılanan özlü sözler. Öyle ki, muhtemelen, kendimizle ilgili düşüncelerimizi oluşturmada, hayata bakış açımızı şekillendirmemizde büyük etkileri var. Olumlu olduklarında çok işimize yarayan bu sözler, zarar verici olduklarında da, iyileşmesi zor yaralar açabiliyorlar. Düşünsenize, 7-8 yaşında, hayatta tanıdığı ilk insanlar olan anne ve babasının fiziksel üstünlüğü karşısında kendini zaten 'yetersiz' hisseden bir çocuğun duyduğu 'zaten o pek becerikli değil', 'hep en iyisi yapılmalı', 'ya en güzelini yap ya da hiç yapma', 'kendini kurtarmak için herşey yapılabilir', 'bunlar zaten yapman gereken şeyler' gibi sözler, süzgeçten geçirelemeden direkt, kendimiz ve çevreyle ilgili 'dünya bilgisi' hanemize işlenir. Kendi ailemde de bu özlü sözlerin etkisi büyüktür. Neyseki, büyük kısmı olumlu tarafta..işte onlardan birini az önce, bir dostuma söyledim..''içindeki dalların kurumasına izin verme, şimdi yeşillenmiş olmasalar da, ölmesinler, zamanlarını beklesinler...'' Velhasıl, oyunlar bitebilir ama oyun oynamaktan vazgeçmemek gerek...
Tek bir an, o tanıdık parfüm kokusunu duyduğunuz ya da, benim gibi domates salkımlarının kokusunu içinize çektiğiniz o tek bir an, birdenbire sizi bambaşka bir zaman ve mekana götürebilir. Çıkılan yolculuk tatlı/tatsız, uzak/yakın; hangi anıya, hangi zamana ait olursa olsun, detaylıdır ve sanki o anı tekrar yaşarsınız, duygularınız şimdi yaşıyormuşçasına canlıdır...Neden ?
İnsanların sinir sisteminde, 3 tip nöronal bağlantı bulunmaktadır. Bu bağlantılardan biri, duyu organlarından gelen sinyalleri, sinir sistemine taşır; böylece sıcağa dokunduğumuzda elimizin yandığını hissederiz. Bir diğer bağlantı, sinir sisteminden motor nöronlara bağlanır, böylece elimizi kaldırmak istediğimizde kaldırabiliriz. Sonuncu bağlantı da sinir sistemi içindeki nöronların kendi aralarında kurdukları bağlarla oluşur; bu sayede hayatta kalmamız için gerekli olan işlevleri gerçekleştirmenin yanı sıra, düşünüp, hissedip, hatırlayabiliriz. Bu bağlantılardan en yoğun olanları, nöronların kendi içlerinde kurdukları bağlantılar; en az yoğun olanları da, duyu organları ve sinir sistemi arasındaki bağlantılardır. Bu yüzden beyin, görece olarak az sayıdaki duyusal nöron bağlantılardan çok fazla çıkarım yapabilme yeteneğine sahiptir. Bunun en güzel örneği de koku ve bellek arasındaki ilişkidir. Kokusal bellek iki bölümden oluşur: beynin kokuları tanıyabilme/sınıflanlandırabilme yetisi, tarçın kokusunu tanıyıp bunu tarçınla eşleştirebilmemiz ve belleğin bu kokularla birleşen duyguları saklayabilmesidir; annenizin yaptığı yemeği yerken, duyduğunuz tarçın kokusu ve o anda hissettikleriniz gibi. Bir diğer önemli nokta da, kokuyla ilgili sinyallerin, görsel ve duyusal sinyallere göre beyindeki ilgili merkeze daha çabuk ulaşmalarıdır. Bu sayede, domates salkımlarının kokusu, çocuklukla ilgili anılara; domates salkımlarının resimlerine göre çok daha çabuk ulaşırlar.
Kendimize dair anılarımız, doğumumuzdan öncesi dönem için bile, diğer duyulara kıyasla en fazla kokularla eşleşirler. Yapılan araştırmalarda, annesi hamileyken sigara içen bireylerin, annesi hamileyken sigara içmeyenlere göre, sigara kokusunu daha az itici buldukları görülmüş. Evrimsel açıdan koku ve bellek arasındaki bu eşleşmenin, annelerin yavrularını tanıyabilmeleri ya da zararlı ve yararlı yiyecekleri ayırt etmek için gelişmiş olabileceği düşünülüyor. Bir başka çalışmada ise, yaş ortalaması 75 olan İsveçli katılımcılara, olası anılarına ait 20 adet ipucu; kelime, resim ve koku olmak üzere 3 ayrı şekilde verilmiş. Sonuçlara bakıldığında, kelime ve resimlerin, katılımcıların ergenlik ve erken yetişkinlik dönemlerine ait anıları canlandırdığı görülürken; kokuların, 10 yaş altı erken çocukluk dönemine ait anıları canlandırdığı ve bu anıların daha detaylı olarak anlatıldığı görülmüş. Koku ve bellek arasındaki bu direkt bağlantının, beyindeki koku merkezi ve bellek/duygu merkezi olarak tanınan limbik sistemin (amigdala ve hipokampus) birbirlerine olan yakınlığından da kaynaklanabileceği sunulan hipotezler arasında.
Yapılan bir başka araştırmada ise, kokuların öğrenme üstündeki etkisine bakılmış. Bilgisayarda, kart eşleştirme oyunu oynayan öğrencilere, buldukları her doğru eşleşmeden sonra, taktıkları bir maske sayesinde, gül kokusu koklatılmış. Deneyin bu ilk aşamasını sonlandıran öğrenciler, deneyden yarım saat sonra uyumuşlar. Takılan elektrotlar sayesinde de, katılımcıların uykunun hangi evresinde oldukları tespit edilmiş. Derin uyku evresinde (uykuya yattıktan 20 dakika sonra, beynin yeni öğrenilen olayları ve yerleri işlemlediği düşünülen, uyku boyunca tekrarlanan, yaklaşık 1 saatlik süreç) oldukları anlaşılan katılımcılara bu evre boyunca daha önce kokladıkları gül kokusu tekrar verilmiş. Ertesi gün, aynı kart eşleştirme oyununu oynayan katılımcıların yüzde 97 oranıyla kartların yerini doğru olarak buldukları tespit edilmiş. Aynı süreç gül kokusu verilmeden tekrar edildiğinde ise bu oranın yüzde 86 olduğu görülmüş. Bu çalışma için yapılan açıklama da, gül kokusunun öğrenme sırasında aktive olan nöron bağlantılarını, uyku sırasında tekrar aktive etmesini içeriyor.
Bu konu pek derin bir konu. Son zamanlarda yapılan çalışmalar oldukça fazla. Domates salkımlarımdan bu noktaya gelmiş olmam da, benim için ayrıca eğlenceli. Bu konudaki eylemlerim devam edecek :)
Kaynakça
1.http://serendip.brynmawr.edu/exchange/node/6360
2. Wilson, DA. (2003) The fundamental role of memory in olfactory perception. Trends in Neurosciences, 26(5), P 244.
Dikkat ! Bu yazı filmi seyretmeyenler için fazlaca önbilgi içermektedir :)
Uzun zamandır beklediğim ve illa sinemada seyredeceğim dediğim bu filmi nihayet seyrettim. Açıkçası hayalkırıklığına uğradım. Nedense beklentilerimi daha varoluşsal vurguların yapıldığı (yapılmıyor değil sadece tarzı farklı), belki beni daha muallakta bırakacak bir filme göre ayarlamıştım. Karşıma ise, yüzde yüz patoloji anlatan (meslek yüzünden bu kısım bende çok ön plana çıkmış olabilir tabii ki), hem de çok iyi anlatan, psikolojinin belli alanlarında ders anlatılırken kullanılabilecek bir film çıktı. Aronofsky'den oldukça etkileyici bir film. Natalie Portman, zaten söyleyecek çok birşey bırakmamış...
Film annesi tarafından beyaz bir kuğu olarak yetiştirilen Nina'nın içindeki siyah kuğuyu keşfetme ve ortaya çıkarma sürecini anlatıyor. Annesinin Nina için kendi bale kariyerinden vazgeçmesi; gerçekleştiremediği hayalini kızının üstünden gerçekleştirmeye çalıştığı ve başarı hissini yaşarken bir yandan gizli kıskançlığının zaman zaman su yüzüne çıktığı bir süreç haline gelmiş. Kızıyla ayrışamayan annenin, kızının hayatını "bale disiplini" altında kontrol etmeye çalıştığını, Nina'nın da hayatını, kendine zarar vererek (tırmalayarak/kusarak), vücudu yoluyla kontrol etmeye çalıştığını görüyoruz.
Bu tür kendine zarar verme davranışı, literatürde travma ve taciz gibi yaşantılarla, madde kullanımı, yeme bozuklukları, düşük öz-saygı ve mükemmeliyetçilik gibi öğelerle beraber görülebiliyor. Hayatlarında başka türlü kontrolü sağlayamadıkları algısına sahip bireylerin; yaşamdaki kaygı ve stress kaynaklarıyla başetme, herhangi bir şey hakkında kendilerini "söz söyleyebilecekmiş" gibi hissetme yolları. Filmde, bu öğelerden biri olan mükemmeliyetçilik, kendi hayallerini kızına yansıtan annenin ve mesleğin "mükemmel" dansçı beklentileri, Nina'nın da içselleştirdiği "mükemmel olmalıyım" sesleri olarak çıkıyor karşımıza. Mükemmel bir dansçı ve herşeyini annesiyle paylaşan, yetişkin ama çocuk Nina olmak adına hayatın renklerinin, duyguların baskılandığı bir düzen. Nina için bir süre boyunca herşey yolunda gidiyor...her ne kadar çevresinde "frijit" olarak tanınsa, odasında kendine ait bir mahremiyeti olmasa, cinsellikten uzak dursa ve odasındaki oyuncaklardan, mesleğine kadar annesinin seçtiği şekilde yaşasa da...Dönüm noktası ise beyaz kuğu ve siyah kuğunun aynı vücutta yorumlanması gerekliliği oluyor. İşte o noktada, "The only person standing in your way is you"ya da"Perfection is not just about control. It's also about letting go. Surprise yourself so you can surprise the audience."gibi sözlerle karşılaşan Nina, isyan etmeye başlıyor...
Bu sözler, yönetmenin kendisinde uyandırdığı cinsel çağrışımlar ve rekabet hisleriyle, ruhu ve gözleri kanlanan Nina gri tonlara geçmeden, beyazdan siyaha geçmek zorunda. Bu bir savaş. Zaten uzun zamandır kendisiyle savaşan Nina, şimdi bunu aynaların önünde daha da sarsıcı bir şekilde yapmak mecburiyetinde. Ve seyirci bu savaşa çok etkileyici bir biçimde tanık oluyor. Nina, kendini daha çok tırmalamaya başlıyor, halüsinasyonlar ortaya çıkıyor, annesine isyan ediyor, odasının düzenini değiştiriyor, bir parça mahremiyet yakalayabildiği banyo dışında, kendi odasını da kullanmaya başlıyor, cinselliğini keşfediyor....Lakin, herşey yine mükemmel olabilmek adına...çünkü Nina'nın bildiği/öğrendiği/kendisinden beklenilen varolma yolu bu..Ya ödediği bedel ? Filmin sonunda, Nina bu savaştan galip olarak çıkıyor, tüm tutkusuyla dans eden bir siyah kuğu olarak. Herkes memnun. Seyirciler ayakta alkışlıyor, annesinin gözleri sevinçten mi üzüntüden mi bilinmez bir şekilde dolmuş durumda, yönetmen gördüğü siyah kuğunun tutkusuna hayran...Muhtemelen hayatına ya da kariyerinin bir bölümüne mal olan bu zaferde, Nina içindeki beyaz kuğuyla beraber zincirlerinin bir kısmını kırarken, aslında yerlerine sadece yenileri eklediğinin farkında olmadan şu son sözleri sarfediyor:
Kitapçılarda dolaşırken, psikolojiyle ilgili raflarda rastladığım kitaplar çerçevesinde, görebildiğim ve okuduğum kadarıyla Engin Geçtan için, Irvin Yalom'un Türkiye'deki yansıması diyebilirim. Tabii, bunu varoluşçu düşünceyi terapi alanında uygulama ve hayata bu bakış açısıyla yaklaşabilme alanlarını temel olarak söylüyorum. Yoksa kastettiğim bir öykünme ya da kişisel özellikler açısından bir benzetme değil. Bu blogda da çeşitli yazılarımda, Engin Geçtan'ın yazdıklarından bolca alıntılar yaptım.
Kendisinin okuduğum ilk kitabı Varoluş ve Psikiyatri. Bu kitabı okurken, Irvin Yalom kitaplarından aldığım zevki alabilmek ve ülkemizden de varoluşçu bakış açısıyla ilgili uygulama alanlarını görebilmek beni çok sevindirdi. Kitapta, Psikiyatri, Psikanaliz, Psikoterapi Vesaire ve Varolmak ya da Olamamak başlıklı iki bölüm bulunuyor. Yazım dili olarak oldukça rahat okunan bir kitap, fakat işlenen konuların derinliği nedeniyle benim için okuması uzun zaman aldı. Neredeyse iki üç paragrafta bir durup, yazılanları düşünüp, bu konuyla ilgili daha önce bildiklerimi bütünleştirmeye çalışmak, farketmeden saatlerin geçmesine neden olabiliyor.
Kitabın sevdiğim bir diğer özelliği, çeşitli düşünür ve meslektaşların eser ve anılarından da alıntılar yapılarak, hem varoluşçu bakış açısı hem de psikiyatri/psikoloji alanı için geniş bir kaynakça imkanı sunması. Böylece, kitap bittiğinde elinizde okunması gerektiğini düşündüğünüz bir sürü kitap ve yazar ismi olmuş oluyor.
Yazarın bu alanla ilgili yazdığı diğer kitaplara baktığımızda, bir akış takip edebilmesi açısından ilk olarak 'İnsan Olmak' daha sonra bu yazıda söz edilen kitabı, son olarak da 'Kimbilir' adlı kitabını okumak daha pratik olabilir. Ben bu kitabı okumakla ortadan başlamış olarak, şimdi 'İnsan Olmak' adlı kitabını okumaktayım..Sonra sıra 'Kimbilir'e gelecek..Üçünü de okumuş olarak daha bütüncül bir yorum yapabilirim diye düşünmekteyim..
2011'in bu son günlerinde, bu kadar etkileyici bir filmle karşılaşmayı beklemiyordum...Sanırım en son Black Swan (2010) beni bu kadar etkilemişti. Filmde emeği geçen herkese, yedinci sanat adına teşekkürlerimi sunmak isterim. Özellikle İstanbul'da Emek Sineması'nın yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu bu günlerde, Martin Scorsese'nin unutulmanın eşiğinde olan 'emeğe' saygısının bir göstergesi adeta...
Film; Brian Selznick'in, sinemanın öncülerinden Fransız Georges Melies'nin hayatından esinlenerek yazdığı 'The Invention of Hugo Cabret' adlı romanının bir uyarlaması. Yönetmen, Martin Scorsese. Oyuncular, Ben Kingsley, Asa Butterfield, Sacha Baron Cohen, Chloe Grace Moretz ve Christopher Lee.
Dikkat ! Bu yazı filmi seyretmeyenler için önbilgi içermektedir :)
Oyunculuklar açısından şunu söyleyebilirim, filmi seyrederken bir an bile filmin büyüsünden uzaklaşmadım. Yer yer gözlerim doldu, yer yer öfkelendim, ama hep filmin içindeydim. Ben Kingsley'in oyunculuğunu hep iyi bulmuşumdur fakat bir türlü ısınamamışımdır kendisine..bu filmde bunu da aştım.. Asa Butterfield'e ve de diğer oyunculara diyecek bir şey bulamıyorum. Nefis...
Konuya gelince, filmde benim için önemli olan iki farklı odak noktası vardı. İlki; insanın ve ilişkilerin temel alındığı bir bakış açısı. Georges Melies'nın hayatının anlamı olan sinemadan, koşullar gereğiyle ayrı düşmesi ve çözüm olarak da geçmişini unutmayı seçmesi, aslında hepimizin hayatlarımızda az veya çok varolan bir gerçeklik. Şimdinin anlamsızlığı ya da yitimiyle, geçmişi unutarak başa çıkmaya çalışmak. Ve her bastırılan yaşantıda olduğu gibi bir şekilde unutulmaya çalışılan şeylerin bir yerlerden patlak vermesi, adeta yolda yürürken paçamıza tutunarak, arkamızdan sürüklenmesi...
Peki ya, onca emek harcadığınız, yeni bir sanat dalında imza attığınız ilklerin yok olması ya da unutulması ? Bu dünyaya bıraktığınızı sandığınız bir parçanızın, sonraki kuşaklara aktarılacak bir çeşit 'ölümsüzlüğün' ellerinizden kayıp gitmesi ? Filmi seyrederken, şahsen ben bu acıyı hissedebildim...bu da filmle ilgili ayrı bir başarı...
Hugo'nun dünyasına gelirsek, ilk göze çarpan şey, babasını kaybeden bir çocuğun yalnızlık ve bu kayıpla başa çıkmak için bulduğu bir mekanizma: otonom. Babasıyla birlikte tamir etmeye çalıştıkları otonomun tamirini tek başına tamamlamaya çalışan Hugo, otonomu babasından kalan tek şey olarak görmekte ve otonomu çalıştırabilmesini babasıyla bir nevi tekrardan buluşması olarak değerlendirmektedir. Otonom dışında ise, tren garındaki saatleri kurmakta ve babasından öğrendiği gibi bozuk olan mekanik şeyleri tamir edebilmektedir. Aslında, yalnızlıkla başa çıkma ve 'varolma' çabasında, tamir etmek onun için yaşamının anlamıdır:
Hugo Cabret: I'd imagine the whole world was one big machine. Machines never come with any extra parts, you know. They always come with the exact amount they need. So I figured, if the entire world was one big machine, I couldn't be an extra part. I had to be here for some reason.
Tren şefi içinse başka bir gerçeklik vardır. Kendi de bir yetim olan ve savaşta tek ayağı sakatlanan tren şefi kaybettiklerinin acısını, varolan düzeni eksiksiz bir biçimde sürdürmeye ve de diğer yetimleri yakalayıp yetimhaneye göndermeye çalışarak telafi etme yoluna gitmiştir. Belki zaman zaman, hepimizin bir şekilde başkalarına yansıttığımız acılarımız, öfkelerimiz; 'başkaları da benim çektiklerimi çeksin' düşüncelerimiz, kendimize izin vermediğimiz şeyleri başkalarında gördüğümüzde yargılayarak, görmezden gelmeye çalıştığımız yaşantılarımız gibi...
Le Voyage dans La Lune
Filmde, benim için önemli olan ikinci odak nokta ise sinemaydı. Hem kişisel hem de akademik hayatının büyük bir kısmını sinemayla yaşayan bir sinemasever olarak, sanki bir zaman makinesinde sinemanın ilk ortaya çıktığı 1900'lü yılların başına gittim ve seyrettiklerim gerçekti. Tabii, bunda Augueste ve Louis Lumiere kardeşlerle başlayan sinema serüveninde gerçekten de çekilen ilk filmler olan Trenin Gara Girişi, Fabrikadan Çıkan İnsanlar, The Kiss ve Safety Last gibi filmlerden bölümler seyrediyor olmamın payı büyüktü. Hele ki, filmin sonunda Melies'in sinemaya nasıl başladığına dair yer alan bölümde; Melies'in ilk kamerasını yapışını, filmlerini çektiği stüdyosunu, kostümleri, kendi oyunculuğunu ve dekorları nasıl oluşturduğunu görmek inanılmazdı. Üstelik bunlara bir de Melies'in kurtarılabilen filmleri, özellikle Ay'a Seyahat eklenince, adeta heyecandan gözlerim doldu. Kariyerine sihirbazlıkla başlayan ve sonrasında sinemanın öncüleri arasında yer alacak olan Melies'nin yaratım serüvenini bir kurgu hikaye içerisinde dahi seyretmiş olmak, benim için oldukça anlamlı bir deneyimdi.
Martin Scorsese, çok önemli bir başarıya imza atmış. Görüntüler, geçişler, özel efektler, renk kullanımı, hepsi çok yerli yerindeydi. Film, genel atmosfer olarak, Amelie (2001) Ratatouille (2007) ve The Imaginarium of Doctor Parnassus (2009) arası bir izlenim bıraktı bende...Ayrıca, filmi 3D seyrettim ve o açıdan da Hugo, gayet iyiydi. Filmin müziklerini de sevdim. Özellikle, Erik Satie'den Gnossienne No:1'in kullanıldığı farkettim. Sanırım şimdiye kadar bu parçanın kullanıldığı ve sevmediğim bir filme denk gelmedim. Chocolat (2000) ve yine Ben Kingsley'in oynadığı Elegy (2008) adlı filmde de vardı bu parça....
Kapanışı ise, sinemanın büyüsüne ithafen filmdeki bir replikle yapmak istiyorum:
Georges Méliès:If you ever wonder where your dreams come from, look around: this is where they're made.