29 Haziran 2012 Cuma

İçimizdeki delikli nane

Çok sevdiğim, az önce de kendisiyle internet üzerinden saatlerce lafladığım bir dostum sayesinde aşağıdaki karikatürü gördüm.


























Varolmayı, varoluşçu psikolojiyi açıkla deseler, ancak bu kadar özetleyebilirdim.
Herkes kendi varlığına bir anlam arıyor bu hayatta.
Kimisi dinlerde, kimisi alışverişte, kimisi bilimde, kimisi de aşkta buluyor.
Bir açıdan hepsi gerçek, bir açıdan hepsi yanılsama.
Sevdiğim bir şarkı sözünde

"Searching for yourself is like looking for the house you stand in
How could you possibly find it?
It's everywhere
It's all you know
And there are no other points of reference" (pain of salvation, diffidentia)


ifade edildiği üzere, bir şeyin içindeyken, neyin içinde olduğunuzu anlamak çok zordur çünkü çıkarım yapabileceğiniz referans noktaları yoktur. 

Biz de bu hayatın nasıl başlayıp nasıl sonlanacağını bilmiyoruz. Dün Through the Wormhole'' adlı belgeselin 3. sezonunun 3. bölümünü seyrettim. Bu bölümdeki 'Acaba evren canlı mı ?' sorusuna, çeşitli bilim insanları ilk duyuşta bilim-kurgu gibi gelebilecek teorilerle cevap bulmaya çalışıyorlardı. Yaşamın aslında bir kara delik içinde oluştuğu, ya da şehirlerin de canlı olduğu, evrenimizin aslında kocaman bir beyin olduğu gibi teorilerin ardında aranılan şey 'hayatın/varoluşumuzun' anlamıydı. 

Günlük yaşamda çoğu kez farkında olmadan yapmaya çalıştığımız şey, içimizdeki delikli naneyi doldurmak. Bunu yaparken kimimizin seçtiği yollar daha işlevsel, kimimizinki ise daha yorucu ve zor, bazen de kendimize ve çevremize zararlı. Asıl çıkış noktası ise, bu boşluğu kabul edip, neyle dolduruysak içini, onunla barışmak. İşte o zaman, rüzgara karşı doğru açıyla yürüdüğümüzde belki çıkan sesi duyabiliriz. Hayatın anlamı da, anlamsızlığıdır belki. 

28 Haziran 2012 Perşembe

fark yaratan ufak şeyler

Daha önceki bir yazımda burada kullandığım trenlerden bahsetmiştim. Kayıp 'inicem' düğmeleri dışında, bir diğer özellikleri de, genelde 2 veya 3 vagondan oluşup, her vagonda bir makinist bulunması. En öndeki makinist treni kontrol ederken, diğer makinistler sadece binenlerin biletlerini kontrol ediyor, o da tabii ki sadece duraklarda. Arkadaşımla, yol boyu başka bir şey yapmadan oturmanın ne kadar sıkıcı olduğundan dem vurmuştuk bir gün. Sonra geçenlerde, bindiğimiz trenin bir vagonundaki makinist, alışagelmedik bir şekilde, her durakta anons yapmaya başladı: 

'Şu durağa geldik, buradan şuraya aktarma yapabilirsiniz'
'Şimdiyse şu duraktayız, alışveriş yapmak için uygun bir yer'
'Geldiğimiz durak bu, hava şu anda şu kadar derece, bu durak çevresinde bulunan parkları gezmek için gayet uygun'

Bir anda keyfimiz yerine geldi, sonra bu işin ne kadar sıkıcı olduğuna dair yaptığımız konuşmayı hatırladık. Ve dedik ki, ufak şeyler insanın ruh halini, gününü ne kadar da değiştirebiliyor...Hayat akışı içinde, sıkıcı olduğunu düşündüğümüz şeyleri ufak detaylarla keyif alabilir hale getirme 'anlarını/fırsatlarını' yakalayabilsek, belki de daha çekilir bir yer olurdu bu dünya :)

17 Haziran 2012 Pazar

alışmak ve bağ kurmak

Daha önce de başka bir yerde yazdığım üzere, insanın her yere ve her şeye alışabiliyor olmasını biraz hüzünlü buluyorum. İşin kendimle ilgili dinamikleri kısmının farkındayım, o kısmı ayrı tutmaya çalışarak yazacağım biraz bu konu hakkında...

Alışmanın özündeki parçalardan biri, belki de en güçlüsü hayatta kalma güdüsü olsa gerek...Her türlü koşula rağmen ayakta ve hayatta kalabilmek...

Birey bir mağarada bile olsa, kendine tanıdık gelen bir taşı sahiplenerek, belki duvarlara resim çizerek, kendine ait bir dünya yaratmayı başarıyor...Ve o dünya bir süre sonra yuva sıcaklığını hissettirebiliyor, bütün olumsuzluklara ya da yoksunluklara rağmen...

İşte bazen, o mağarayı bırakıp başka bir mağaraya gitmek gerekiyor, ilk başta zor geliyor tabii, fakat sonra beyin oradaki uyaranları tanıdıkça, bir süre sonra da benimsedikçe, ikinci mağara 'yuva' oluyor bu sefer...

Buraya kadar işler iyi...devamında ise...
'Alışmak' kendi başına cirit attığını sanırken karşısına 'bağ' kurma çıkar ve alışmak ilk önce bağ kurmayla çok yakın arkadaş olur...Öyle ya, insanın varolabilmesi adına temel ihtiyaçlarından biri bağ kurmadır...Ne zaman yeni yerlere alışmak gerekir, işte o noktada bağ kurmayla alışmanın arası açılır çünkü 'bağ kurma' bilmektedir ki, 'alışma' sayesinde oluşacak yeni bağlar gözükmektedir ufukta...Bu ise varolan bağların bir kenarıya atılabilir ya da güçlerinin azalabilir olduklarına bir işarettir....

Bana hüzünlü gelen kısım da, işte bu kısım...
Bazen e madem her şeye alışabiliyoruz, o zaman yaşadıklarımızın değerini belirleyen nedir diye soruyorum...Vazgeçilemez olduğunu düşündüğümüz şeylerin aslında vazgeçilebilir olduklarını biliyoruz...Peki o zaman bizi bir yerde, bir durumda tutan şey nedir ? Alışabilir olduğunu bilmek ama istememek mi ? Bilinçli olarak yaptığımızı düşündüğümüz seçimler mi ? Yoksa duygu dediğimiz 'gerçeklikler' mi ?
Aynı koşullarda, bırakıp gitme ya da kalma seçimini yaptıran etmenler nelerdir ?


15 Mayıs 2012 Salı

Diablo 3

Evet, Diablo 3 zamanı geldi çattı...Yaklaşık 14 sene önce, üniversiteye girdiğim ilk yıl bu oyunla tanışmış, sonra da başından kalkamamıştım. Bitince de baştan oynamalar, expansion set derken, tadı damağımda kalmıştı. E üçüncüsü için hayli beklemek gerekti. Dün itibarıyla, oyunu edindim, bu sabah da işe gelmeden göz ucuyla bir bakıverdim :). İnternet ve oyun bağımlılığı, terapiye gelme sebepleri arasında. Lakin, bazen azıcık kafa dağıtmak ve sakinleşmek, günlük hayatta ifade edemediğiniz öfkenizi birtakım yaratıkları 'cennete yollayaraktan' (:p) yönlendirmek, bilgisayar oyunları sayesinde mümkün olabiliyor. Tavsiye etme niteliğinde değil ama en azından bende işe yaradığı kesin. 

Benim naçizane macbook pro'mda oyun çalıştı, bütün ayarları 'low' seviyesinde tutarak. Daha büyük bir ekran ve daha iyi sistem donanımıyla, çok keyifli zamanlar geçirtebilir Diablo 3. Seçtiğim class ise, beni tanıyanları şaşırtmayacak şekilde wizard oldu. Artık gelsin büyüler, magic itemlar...Ne diyeyim herkesin emeğine, bileğine, gözlerine sağlık :)

Ekleme:
25.07.2012

Oyunu bitirip Nightmare modunda başlamış olmama rağmen yorum yazmak ancak aklıma geldi :). Bir kere Diablo, Diablo'dur her zaman. Yukarıda da yazmış olduğum gibi hem mazimizden hem de benim için iyi bir stres atma yöntemi olduğundan, beğeni hakkımı saklı tutarım kendisiyle ilgili. Yalnız bu kadar süre sonra Act'lerde gidilen yerler ve karşılaşılan yaratıklar açısından biraz daha yaratıcılık beklerdim. Ne yalan söyleyeyim bir yerden sonra sıkılıp bıraktım, ileride devam ederim ama o da son seviye büyülerle neler yapılabildiğini görmek için olur. Ya da başka tür bir karakterle tekrar denerim. Yalnız bölüm geçişlerindeki ara filmler güzeldi onlara bir lafım yok :). 

14 Mayıs 2012 Pazartesi

anneler günü

Bugün anneler günüydü. Diğer bütün X'ler günü gibi, bugünü de saçma buluyorum. Saçma bulma sebeplerimden bir tanesi; bu tür kutlamaların özden yoksun, tüketime dayalı, biçimsel kutlamalar olduklarını düşünüyor olmam. Mutfak ve giyim eşyaları satan firmalar, geçtiğimiz hafta içinde oldukça kâr etmiş olmalılar. 
Diğer sebep ise anneler günü özelinde. Sorgulamadan kabul edilen çoğu şeye gıcığım. Dolayısıyla bu günde vurgulanan, 'kutsal anne' kavramına da gıcığım. Bir şeyi kutsallaştırdığınızda, ister istemez onu sorgulama eyleminden de uzaklaşıyorsunuz. Bu uzaklaşma pek çok şeyi besliyor. Öncelikle, çoğu kadın ve erkeğin inandığı; doğurmanın, bebeği besleyip büyütmenin 'anne'yi özel kılmaya yetebildiği. İçinde barınacak bir yuva sağlamak, besleyip büyütmek, hastalanıldığında bakmak, 'bakım vermek'tir. 9 aylık karında taşıma süreci dışında herkes, herkese bakım verebilir. Önemli olan ise, diğer her ilişki çeşidinde olduğu gibi 'bağ kurabilmek'. Yalnız burada durum daha ciddi çünkü kişilik dediğimiz şey büyük ölçüde annelerin elinde şekilleniyor. Dolayısıyla annenin çocukla kuracağı ilişki, oluşturduğu bağ, ilerleyen yıllarda çocuğun 'kim' olacağının en temel belirleyicilerinden. Psikoloji alanında herhangi bir konu taradığınızda, eninde sonunda, ucundan azıcık bile olsa varacağınız yer bu 'bağlanma' oluyor. Terapide de aynı şekilde, temelde hep öğrenmeye, kafanızda oluşturmaya çalıştığınız şema, 'bu kişinin çocukluğu nasıl geçmiş, anne-baba ilişkisi nasılmış' üzerine kurulu. 
Üstelik bu anne-çocuk ilişkisi öyle güçlü ki, 60 yaşınıza da gelseniz, annenizi kaybetmiş de olsanız; kafanızın içinde bir yerde, o ilişkiye dair öğretiler, kurallar, anılar sizi her daim bekliyor oluyor. Bu öğretileri değiştirmek, yerine yenilerini koymaksa hayli güç. İnsanlar çoğunlukla terapide bunun savaşını veriyorlar.

Peki 'annelik' bu kadar önemliyken, bizde durum ne ?
Genel gözlemim, durumun çok da parlak olmadığı yönünde. Gözlemlerimin birkaç boyutu var. Geleneksel olarak ele aldığımızda, çocuk doğurmanın, çocuk sahibi olmanın kadına sağladığı bir 'statü' var. Erkek egemen toplumda, evlenen kadının, kaynana baskısından biraz kurtulabilmesi, bilgisayar oyunlarındaki gibi bir nevi 'level up' olabilmesi için çocuk yapmak bir gereklilik. E bu gereklilik içerisinde de, çocukla kurulan ilişki ne kadar sağlıklı şekillenebilir...Bu durum tabii, kendi benliğini tam olarak tanımlayamayan kadının, kendini tanımlama, var etme çabalarından biri...Söz ettiğim saptama resmin sadece gelenekselliğe bağlı toplumsal bakış açısının bir parçası...Eğitimle ilgisi var ama sadece eğitim değil olay. Nitekim, okumuş, hali vakti yerinde ne kadınlar var, kendinden bir haber, çocuğunu kendi uzantısı olarak görmekten muzdarip. Bunların önde gelenleri, benim 'paşam sendromu' diye tanımladığım, Freud'unsa Oedipus kompleksi dediği durum sahipleri. Erkek çocuğu, kendisinin uzantısı olarak gören, belki eşinden göremediği yakınlığı sıcaklığı onda arayan, erkek çocuğunun kendisine olan aşkını patolojik hale getiren kadınlar. 40 yaşına gelse de hala ne yiyeceğine, ne giyeceğine, kiminle, hangi meslek grubundan, hangi mezhepten, hangi medeni durumdan, hangi yaş aralığında biriyle beraber olacağına karar vermeye çalışan, oğlundan bir türlü ayrışamayan anneler...Ya da kendi mükemmeliyetçiliğini ve (narsist mükemmelliğini) çocuğuna yansıtıp, onun da (!) mükemmel olmasını bekleyerek, kendini sevmeyen çocuklar yaratan anneler...
Tosun Paşa :)
Anneler ve kızları ise ayrı bir diyar. Sonuçta bu erkek çocukları tekrar ve tekrar bu şekilde yetiştiren yine bu annelerin kızları. Seyredenler farketmişlerdir, Siyah Kuğu'da (Black Swan, 2010) Nina adlı karakterin geldiği noktanın tek sorumlusu değil belki ama sorumlularından biri olarak annesi güzel yansıtılmıştı. Annenin gerçekleştiremediği hayalini, kızında yaşatmaya çalışması sonucu kendini ancak dans yoluyla ve de mükemmel olmaya çalışarak ifade etmeye çalışan bir balerinin öyküsüydü...Yine kadın olmakla ilgili, kız çocuğuna model olan; yasakları, kuralları, erkekleri ve diğer kadınları 'idare' etmeyi öğreten de anneler.

Kafamda Türkiye'de annelerle ilgili oluşan genel resim bu. Tabii sadece Türkiye'ye ait bir genelleme yaptığımdan değil, içinde doğup büyüdüğüm yer burası olduğu ve dolayısıyla gözlemlerim de bu örnekleme dayandığı için. Yoksa literatürde okuduğum kadarıyla, toplumsal yapı farklılığı çerçevesinde yaşanan sorunlar ve sonuçları benzer...

Niye annelerle ilgili bu kadar yazdın babalar nerede diyebilirsiniz...Öncelikle konu anneler gününden açıldı :). Sonrasında ise maalesef hala temel bakımı verenin anneler olduğu bir toplumsal yapımız olduğu için, çocuk temel bağı annesiyle kuruyor. Tabii, babaların önemini yadsıyor değilim, babalar ve oğulları; güçlü olmak, duyguların ifadesizliği, babalar ve kızlar; babaları yüzünden erkeklere güvenmeyen ya da beraber olduğu erkekte babasını arayan kızlar gibi mevzular başka bir yazının konusu olsun. Bu yeterince uzun oldu :).

Son olarak, 'anne olmadan' bilemezsin lafını da aklından geçirebilecekler için şunu ekleyeyim...Bahsettiğim duygusal bağlanmanın ve hormonların ötesinde, hayata dair bir bakış açısı, çoğu zaman bilinçaltında işleyen, annenin kendi annesi ve babasından edindiği öğretileri...Yoksa iş duygusal bağlanmaya gelse, zaman geliyor çok sevdiğiniz bir kalemi bile kaybettiğinizde çok üzülebiliyorsunuz, dokuz ay boyunca içinizde taşıdığınız bir varlığa bağlanmanız çok ayrı olsa gerek...

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Heaven (2002)


İlk görüşte aşık olduğunuz biri için neleri göze alırsınız ?
Adalet gerçekten var mı yoksa adalet denilen şey vicdanınızın kaldırabildiği en ağır yükle mi eşdeğer ?
Bazen hayat masal gibi olabilir mi ?
Yönetmenliğini Tom Tykwer'in yaptığı, senaryosu Krzyztof Kieslowski ve Krzyztof Piesiewicz'e ait olan
Heaven'ın hikayesi yine bir üçlemeden oluşturulmuş (Heaven, Hell ve Purgatory).
Oyuncular Kate Blanchett ve Giovanni Ribisi.
Kate Blanchett beni bu sefer de şaşırtmadı. Güzel bir filmde güzel bir oyunculuk. 
Görüntüler, olması gerektiği kadar akıcı, yer yer de fotoğraf kareleri belleğe kazınacak nitelikte.
Özellikle, Phillippa ve Filippo'nun saçlarını kazıttıktan sonra, yemek sahnesindeki yüz çekimleri, ağacın altında temsili adem ve havva olarak uzaktan çekilen silüetleri, ve filmin sonundaki gökyüzü sahnesi, görsel belleğimde yer etti.
İsim benzerliği, firar halindeki saç ve kıyafet benzerliği, adem ve havva benzetmesi, helikopter simülasyonuyla açılan filmin, helikopter sahnesiyle bitmesi, filmde sunulan kavramlar açısından irdelenebilecek noktalar.
Karakterlerin eylemleriyle ilgili, adalet kavramına dokunan noktalar; başta seyreden açısından kaygı yaratabilecekken, filmin ilerleyen sahnelerinde karakterleri destekler bir havanın varlığıyla önemlerini yitiriyorlar sanki. 
Adalet, yetkili kurumlar tarafından sağlanamadığında, bireysel adaletin yeri nedir ?
Ortak bir etik anlayışından söz etmek ne kadar mümkündür ?
Karakterler filmde kendi yollarını çizerken, 'kimin için hangi durumlar cennet, cehennem ve araftı, ben olsam ne yapardım' ları düşündüm...aynı zamanda aşk dediğimiz şeyin hayatta kalma güdüsüyle olan sıkı bağını da irdeledim tekrardan...Aşk için yaptığınız eylemlerin ne kadarı sizin 'varolmanıza' ne kadarı 'aşkınıza' yönelik ?
Su gibi akan bu filmde, sorgulamalarım da su gibi aktı...


1 Mayıs 2012 Salı

Agora (2009)

Bir Boston gecesinde insanlığa dair umutlarımın yeniden yerle bir olmasına yol açan film Agora. 
Bir kadının; felsefe, matematik ve astronomi dersleri veren, neye inandığı sorulduğunda  'Ben felsefeye inanıyorum' diyebilen İskenderiyeli Hypatia'nın, aynı zamanda dinin getirdiği önyargıların, kanın ve iktidar tutkusunun ve İskenderiye kütüphanesinin yokoluş hikayesi...
Bakıyorum, o zamandan (MS. 300'ler) bu zamana ne değişmiş, resmen kocaman bir 'hiç' !!!
Hala, 'Ben felsefeye inanıyorum' diyebilme özgürlüğünü hissedebilen insanların, özellikle kadınların sayısı o kadar az ki...
İskenderiye kütüphanesinin yakıldığı sahnelerde dayanamadım, filmi durdurup, sakinleşip sonra devam ettim izlemeye...
Halihazırda olanlara ve gelecekte olanlara bir yolculuktu...
Mutsuz ve umutsuzum şu an...ve bugün 1 Mayıs...

Hypatia: Synesius, you don't question what you believe, or cannot. I must.